Kaç zamandır Türkmenler ve Yörüklerle ilgili kaynak topluyorum. Ulaşabildiğim bütün kitapları okumaya çalışıyorum. Böylece Anadolu'nun İslâm kılınmasını da okumuş oluyorum. Bu iki konuyu birbirinden ayırmak neredeyse imkânsız.
Türkmen kelimesi, Oğuzların İslâmiyeti kabul etmesiyle beraber ortaya çıkıyor. İslâm coğrafyacısı Mervezî, Türkler için, “Makbul Müslüman oldular” diyor.
Tufan Gündüz'ün Anadolu'da Türkmen Aşiretleri (Yeditepe Yayınları) kitabını okurken, ilk dikkatimi çeken şu olmuştu:
Halep Türkmenleri, konunun / meselenin her yerinde. Rakka'yı da bu şekilde düşünebiliriz.
Elimdeki son kitap, Anadolu'da Türkmenler ve Yörükler. (Ekim Yayınları, 634 sayfa) Orhan Sakin'in emek mahsulü çalışması. Osmanlı arşiv kayıtlarına göre hazırlanmış.
Daha ilk sayfalarda Mufassal Haleb Defteri karşımıza çıkıyor. Halep Türkmenleri başlığı altında kurulan birinci cümle: “Osmanlı döneminde idarî ve malî bir organizasyona bağlı olan göçebe grupların en önemlilerinden birini Halep Türkmenleri teşkil etmekteydi.” (Sayfa 52) Bu Türkmenler, yaylak olarak Sivas'ın güney kısmını kullanıyorlar. Rüya gibi. Peki, Halep Türkmenlerini hangi oymaklar / boylar oluşturuyor? Birkaç tanesini yazalım: Bayat, Gündüzlü Avşarı, Kızık, Acurlu, Döğer, Kınık, Eymür, Bahadırlu, İnallu…
İçlerinden birini, mesela Eymür'ü alalım. (Oğuz Türklerinin yirmi dört boyundan biri.) Anadolu'da bu ismi taşıyan çok sayıda yerleşim yeri vardır. Aklıma ilk gelenler Kastamonu, Tokat, Bayburt, Giresun ve Ordu illerine bağlı Eymür köyleri.
Bir tane daha seçelim: Bayat. Zonguldak, Sinop, Konya, Kastamonu, Balıkesir, Niğde, Sivas, Kütahya gibi birçok ilimizde Bayat köyü olduğunu biliyoruz. Kayı ile Bayat'ın aynı 'aileden' geldiğini de.
Kısaca görüldüğü gibi, Sivas veya Kastamonu'yla Halep'i birbirinden ayrı düşünmek mümkün değil.
Daha önce bu köşede 'Halep ve Antep şehirlerini bir ve beraber gördüğümüzü' yazmıştık. Sayın Erdoğan, konuyla ilgili en son bu açıklamayı yaptı:
Elbette biliyor. Belki de bizden daha iyi biliyor. Zaten mesele büyük ölçüde buradan başlıyor.
***
Yüz yıl önce bir kıyamet yaşadık. Ailemiz dağıldı. Yabancıların çizdiği sınırların içinde yaşıyoruz. Daha doğrusunu yazalım:
Galiplerin oluşturduğu sözde devletler, sahte sınırlar. “Mağlupların vay haline” diyen de zaten kendileri değil mi?
Şunu da söylemiş olalım: Batı dünyasıyla ilgili konuşurken, yazarken, sadece haberlere bakmayalım, biraz da tarih okuyalım. Millî tecrübeden ve yaşananlardan istifade edelim.
“Bugün batı dünyası, ülkemizin aleyhine çalışanları savunan bir mekanizmaya dönüşmüştür” diyoruz. Sanki dün farklı mı davranıyorlardı? Böyle “dostları” varken düşmana ihtiyaç duyar mı insan?
Bazı şeyler ise hakikaten 'zamanla' anlaşılıyor. Artık daha net görülüyor: Türkiye ile Pakistan, doğudan ve batıdan İran'ı dengeliyordu. İran'ı rahatlatmak ve önünü açmak için Pakistan'ı terörle çökerttiler. Kendimize buradan bir ders çıkarabiliyor muyuz? Bakınız: Artan terör olayları.
Tekrar Halep'e dönelim.
Hiçbir ayrım yapmadan. Saat başı bakamayacağımız yeni görüntüler geliyor. Bizi sevenleri, bizden olanları Irak'tan Suriye'ye kadar yok ediyorlar. Durmadan dua ediyoruz. Fakat duadan başkası ve fazlası da olmalı.
Hep aynı resmi ağız: “Toprak bütünlüğüne saygılıyız.” Böyle davrana davrana kendi toprak bütünlüğümüzden endişe eder olduk. Yeri gelmişken soralım: Bu şekilde yaklaşsaydık eğer, Hatay şimdi nerede olacaktı?
Son günlerin çok sık kullanılan ifadelerinden biri: “Tarih bizi çağırıyor.” (Yine Tufan Gündüz.)
Avrupa Birliği olmadı, bir de Şanghay Beşlisi'ni deneyelim.