|
"Güvercin tedirginliği"...

Geçen hafta menfur bir suikaste kurban giden Hrant Dink, Agos gazetesindeki final yazılarının birinde (10 Ocak 2007), son dönemde yaşadığı hayatı ve içinde bulunduğu hâlet-i rûhiyeyi dikkat çekici bir psikolojik tahlil, çok yerinde bir teşbih ve dahası, şair olmamakla birlikte şairlere has, vurucu bir imgeyle tanımlamış: “Güvercin tedirginliği”..

Gerçi, Dink''in “Güvercin tedirginliği”yle kastettiği şey, bu ülkenin bir Ermeni vatandaşı olarak son bir-iki senedir yaşadığı olaylar neticesinde beliren puslu atmosfer dolayısıyla kendisini güvende hissetmemesinin doğurduğu bir ''tedirginlik'', yani fizikî/siyasal bir kaygu olsa da; doğrusu bu çok hoş, yerinde ve şairâne imgenin, Türkiye''de yaşayan yalnız Hrant Dink, yalnız Ermeni veya başka azınlıklar için geçerli olmadığını, esasen “Güvercin tedirginliği” denilen o hâlin, dünyanın neresinde hangi ırka, dine, millete, etnik kimliğe mensup olursa olsun, az-çok hassasiyet sahibi her insanın varoluşunda içkin bir biçimde yer aldığını ve dahası sadece fizikî kaygulardan ibaret olmayıp çoğu zaman rûhî, ontolojik bir boyut taşıdığını düşünüyorum.

Bu bakımdan, esasen söz konusu hâlet-i rûhiyenin ne menem bir şey olduğunu anlamak, tecrübe etmek için, kendimizi onun yerine koymamıza gerek yok, diyebiliyorum rahatlıkla..

Hepimiz, bir insan olarak, insanî varoluşumuzu gözleyen, izleyen ve bu hâli anlamlandıran bireyler olarak bu tür bir tedirginliği, kayguyu yaşıyoruz.

Bir güvercinin nasıl hareket ettiğini gözlemiş olanlar bilir: Güvercin, karnını doyurmak için ekmek kırıntılarına yönelerek o kırıntıların yanına konduğunda, belli periyotlarla hep aynı hareketi yapar; başını sağa-sola çevirerek önce etrafa bakar, sonra gagasıyla bir miktar kırıntı alır, kendini güvende hissetmesi için yeniden etrafa bakması gerekir, bakar, herhangi bir tehlike yoksa, yeniden ekmek kırıntılarına döner.. Güvercinin kendini beslemesi bu şekilde devam eder.. Ne zaman ki, yakın çevresinde bir hareket, bir kıpırtı, bir ses oluşur; ''tedirgin'' güvercinimiz pırr diye uçar. Ve eğer yeterince karnı doymamışsa yakın bir yere konar, muhtemel tehlikenin geçtiğini hissederse, yine ekmek kırıntılarının olduğu yere yönelir…

Güvercinin, hayatta kalmak için kendini beslemek zorunda kalışı esnasında yaşadığı bu ''tedirgin'' hâl, onu seyreden bizler tarafından, çoğu zaman ''acınarak'' karşılanır. Evet, güvercine, bir ekmek kırıntısı elde etmek, kendini veya yavrularını beslemek adına yaşadığı bu telâş, bu endişe ve bu tedirginlik dolayısıyla acırız..

Oysa, biraz düşünelim.. Biz insanların da, bu dünyada hayatın türlü-çeşitli determinasyonları (belirlemeleri) karşısında, bir güvercinden ne farkımız var?

Bazen, insanların kimi değerleri yaşatması için hayatını riske etmiş olması gerekmiyor mu?

Hayatın, insanın, varoluşun değer ve anlamı, onları kaybetme ihtimali, tehlikesi belirmeden yeterince algılanabiliyor mu?

Ancak ve sadece yaşadığımız rûh ıstırapları, elem ve keder bizi olgun ve hayata karşı dayanıklı kılmıyor mu?

Varoluşumuzu anlamlı ve anlaşılır bir hâle sokmanın en kayda değer şartının, ''çileli'' bir hayata râzı olmaktan geçtiğini bilmiyor muyuz?

Hayatta, bizim için çok önemli olduğunu düşündüğümüz bir adım atmadan veya geleceğimizi ve tüm yaşantımızı değiştireceğini bildiğimiz bir karar almadan önce, farklı derecelerde de olsa, bir “Güvercin tedirginliği” duymuyor muyuz?

Biz de, hayatımızın hemen her evresinde, varoluşumuza dokunmuş bulunan “Havf ve Reca” (Korku ve ümit) gel-giti arasında yaşamıyor muyuz?

Ve bütün bunlar, insanoğlu için hayatın o ''trajik'' sahnesini oluşturmuyor mu?

Evet evet, bu anlamda bir güvercinden ne farkımız var?..

17 yıl önce
"Güvercin tedirginliği"...
Futbol küçük, AŞK BÜYÜK!
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı
Genişletilmiş teröristan projesi böyle çöktü