|
Kafka’ya bakmıştım
'Hatırlamaktan yapılı' hayatımın en güzide köşelerinden birinde durur rahmetli Tayfun abi.

Öğrencilik için İstanbul'un Üsküdar'ında, Valideatik mahallesinde bir öğrenci evine yerleşeli bir hafta olmuş muydu? Demek ki 93 Ekim'inin ilk günleri. Demek ki 18'ime basmama çok az kalmış.

Günlerden cumartesi, hava güzel… Valideatik'ten dümdüz denize doğru yürüyorum. Deniz görmemiş her bozkır çocuğu gibi 'vapurla karşıya geçmek' fikrindeyim. Deniz havası alınacak, martılara simit atılacak.

Üsküdar'da, karşılıklı kocaman iki camiden biri yerine meydandaki o küçücük mescitte kılıyorum namazı. Mescitten çıkıp karşıya geçince bir çınar ağacına rastlıyorum. Çınar ağacının tam arkasında da büyük, hem de çok büyük bir sahafa. Resmen Üsküdar'ın tam ortasında durmuş ve beni çağırıyor. Dikkat. Henüz yol çalışması için genişletme yapılmamış ve henüz o çınar kaldırımda. Sahafın adı, konumuna çok uygun: 'Çınardibi Sahaf.'


İki tarafı üçer metre camekân bir dükkân burası… Kapıdan içeri girdiğinizde bir kitap ormanına girmiş gibi oluyorsunuz. Her taraf silme kitap. Ta ilerde, tezgâhın arkasında hafif beyaz sakallarıyla Tayfun abi oturuyor. Oflu, Galatasaraylı ve komünist olduğunu öğrenmeme var daha. Ben tabii 'selamün aleyküm'ü çakıyorum hemen. Sert bir sesle karşılanıyor selamım: 'Aleyküm selam. Hangi kitabı arıyorsun?' Biraz garipsiyorum bu soruyu, fakat yine de vaziyeti kurtaracak bir cevabım var: 'Özel olarak aradığım bir kitap yok. Şöyle bir bakmak istiyorum.' Tayfun abi, sesinin tonunu daha da sertleştiriyor: 'Özel olarak aradığın bir kitap olduğunda gelirsin tekrar… Hadi hayırlı günler.'

Yoo, gayet doğru anladım. Adam beni kovuyor. Fakat kitaplar öyle ilgi çekici ki… Bir yolunu bulmam lazım orada kalmanın. 'Kafka'ya bakmıştım' diyorum bu sefer. Tayfun abi bir adım bile geriletmiyor sesinin tonunu: 'Burada oturmuyor.' Elimde olmadan gülüyorum bu cevaba. 'Şato' diyorum gülerek. 'Şato'da oturuyor di mi artık?' Bu son şansım. Tayfun abiyi bu cevapla da geriletemezsem bir daha o dükkâna girme şansımın kalmayacağına eminim.

'Kafkalar şurada' diyor. Gidiyorum Kafkaların yanına. Tedbirliyim. Gerçekten henüz okumadığım Şato var aralarında. 'Bakabilir miyim' diyorum. 'Bak ulan' diyor.

8-10 kitap adı daha soruyorum. Oturduğu yerden kalkmadan 'şu rafta, bu rafta' diye tarif ederek kitaplara yönlendiriyor beni. Ben kitap isimleri saydıkça beni bir takım başka kitaplara da yönlendiriyor. 'Şuna da bak, buna da bak' falan derken 25 kadar kitap birikiyor tezgâhın üzerinde. 'Abi, kaç para bunların hepsi' diye soruyorum. 'Otur ulan. Bi sigara içelim' oluyor cevabı. Yakıyoruz sigaraları. Dolduruyoruz çayları. Birbirimizi tanıyoruz. Sonra karşıya, mescidin yanındaki bir lokantaya gidip karnımızı doyuruyoruz. Laf lafı açarken kitaplar kitaplara ekleniyor: 'Memleketimden İnsan Manzaraları'nı okudun mu? Bak şurada İttihat Terakki ile ilgili bir kitap var. Sartre da sever misin? Oğlum nerden bulacaz sana şimdi Gog'u? Hem sen Gog'u nerden biliyorsun ulan? Böyle ilahiyatçı mı olur?'

Kızdı mı şahane kızıyor, güldü mü şahane gülüyor.

Vapur, martılar, simit falan yalan oluyor tabii. 40 kadar kitabın hepsini iki poşete dolduruyoruz. Bir kısmını peşin veriyorum. Gerisi açık hesap… Param olunca, daha doğrusu param olursa ödeyeceğim. Çınardibi Sahaf'ı birlikte kapatıyoruz o gün.

Pazartesi gün okuldan önce yine gidiyorum dükkâna. Kitap almaya değil fakat. Tayfun abiyle laflamaya. Ertesi gün yine…

Sahafı Üsküdar'dan Kadıköy'e taşıdığında neredeyse 15 gün 'yanında çalışıyorum.' Kitapları taşıyor, raflara yerleştiriyoruz. Bu ilişki böylece, 2000'li yılların başına kadar devam ediyor. O komünist abi, ben İslamcı kardeş. Konuşuyor, gülüşüyor, dertleşiyoruz. Sürekli 'bunu sana ayırdım' diyerek tam da ihtiyacım olan bir kitap uzatıyor bana her seferinde. 'Hadi yine iyisin. İlk baskı Turgut Uyar ayırdım sana' diyor mesela bir seferinde. Diğer seferinde 'Memet Fuat'ın Yeni Dergi'leri geldi tam takım, senden başkasına satmayayım diye beklettim' diyor.

Sonra… Sonra kopuyoruz. Hayat gailesi, iş güç… Sonra… Sonra Kadıköy'deki dükkânın kapandığını görüyorum. Meraklanıyorum. Satıp savıp Bodrum'a taşınmış. Sağlık sorunları varmış. Birilerinden cep telefonunu buluyorum. Açmıyor. Sonra… Sonra 'öldü' diyorlar.

İslamcı delikanlının Oflu, Galatasaraylı, komünist abisi öldü. O ölünce, delikanlının Üsküdar'daki ilk anısı da ölmüş oldu böylelikle. Ve belki de tam bu yüzden Üsküdar artık o delikanlı için 'uzaklaşılamaz, uzaklaşılması teklif dahi edilemez bir semt' artık.

Bazen o mescitte namaz kılıp yolun karşısına geçmek ve o komüniste 'selamün aleyküm, Kafka'ya bakmıştım' demek istiyorum. Alacağım cevaptan adım gibi eminim: 'Şu bizim öykümüzü anlatıp duran Üsküdarî Kafka Efendiyi mi soruyorsun evlat? O artık burada oturmuyor. Onu istimlak ettiler.'

Adem'in öğrenmediği kelimeler

Dil, dillerin kökeni, ortaya çıkışı, hele etimoloji özenle 'bulaşmamaya' çalıştığım bir alandır. Zira bana öyle gelir ki insan bunlara merak sardığında neredeyse başka hiçbir alanla uğraşamaz. Bence dil uğraşı, insanın bütün faaliyet alanını tek başına doldurmaya yeter zira.


Yine de bir dostun, Yusuf Akçay'ın Okur Kitaplığı'ndan çıkan ve dil yazılarından oluşan kitabı 'Adem'in Öğrenmediği Kelimeler'i 37. sayfasına kadar okudum. Niçin 37. sayfa? Çünkü tam da anlattığım kaygılar yüzünden şu paragrafta bıraktım kitabı: 'Dil hakları, politik haklar özelinde değil, esasında insan hakları temelinde tartışabileceğimiz bir mesele. Herhangi bir dilin konuşucusu beraberinde, o dil ile birlikte inşa ettiği bir kavrayışı, bir anlayışı taşır. Her dil, hakikatin bir parçasıdır. Herkesin kendi diliyle birlikte muhatap olduğu; belki her bir dilin onun farklı hususiyetlerini ve izlerini takip ederek muhatap olduğu bir parça. İnsanın hakikat arayışının hiç sonlanmaması, anadilimizin bu hakikatin yalnızca bir parçasını taşıyor olmasından kaynaklanıyor. Hakikati bütünüyle kavrayacak bilgiden, diğer dillerin bilgisinden mahrumuz. Bu mahrumiyetin acısını duymak ve bu yolla hakikat ile varlığımız arasındaki mesafeyi kısaltmak yerine; iştahla kelimelere sarılıyor, anadilimizin kucağında hazır bulduğumuz kavramlarla yaşıyoruz. Hal böyleyken Adem'in hangi dili konuştuğunun ya da cennette hangi dilin konuşulacağının ne önemi var? İnsanca konuşamadıktan sonra…'
#kafka
#Valideatik mahallesi
#Yusuf Akçay
#Memet Fuat
9 yıl önce
Kafka’ya bakmıştım
Rabbine hasım kesilen insan!
Sosyal çürüme yazıları 8: Sıkıntı yok cumhuriyeti
Belirsizlik ‘algılamayı’ öldürür
Reisi’nin manidar ölümü
İran bu sancılı günleri nasıl atlatacak?