|
Seyyar

Hilmi abi 'bir bulaşık makinesi karşılığında sana burayı devrederim' dediğinde hiç düşünmeden kabul etmiştim teklifini. 20 yaşında, İstanbul'da öğrenimine devam edebilmek için kendi parasını kazanmaya bir bakıma mecbur olan benim için bir sahafın sahibi olmak harikaydı. Paramı kitaplardan, afişlerden, kasetlerden kazanmak… Bu, iyiydi.



Dükkânda tabii ki sinek avladım. Zira hem yeri çok sapaydı hem de sermayesizlik yüzünden bir türlü sattığımın yerine yenisini koyamıyordum. Tabii, işin içine girdikçe başka bir takım gerçeklerle de karşılaştım. Mesela 'sahaf' dediğimiz adam haline gelebilmek için kırk fırın ekmek yemem gerekiyordu. Zira sahaf dediğin Osmanlıca bilecekti, kitaplardan dibine kadar anlayacaktı ve daha da önemlisi ev kütüphaneleri kendisine akacaktı. Bırakın satılık ev kütüphanesi yakalayabilmeyi, yerleşik Kadıköy sahafları eskicileri bile bağlamıştı. Daha çok para versem bile bir eskici, topladığı kitapları bana satmıyordu. Eh, bu da bir bakıma normaldi. Her sektörde olduğu gibi sahaflıkta da çeşitli incelikler, çeşitli raconlar vardı ve ben mesleğin ne inceliklerini biliyordum ne raconunu.



Akşama kadar dükkânın raflarına bakıyorum, raflar da bana. Siftahsız kapattığım günler oluyordu. Dükkân bir çeşit belaya dönüşmüş durumdaydı zira kira dediğin 30 günde bir geliyordu.



Geriye yapılacak bir şey kalmıştı elbette: Sokakta kitap satmak.



90'lı yılların Kadıköy'ünü bilenler, Akmar'ın önündeki kitap tezgâhlarını hatırlayacaklardır. Cumartesileri daha az, pazarları tıka basa olmak üzere bütün sokak kitap tezgâhlarıyla dolardı. İşte ben, 95'in sonundan Kanal 7'de işe girdiğim 2000 yılına kadar kısa aralar versem de temelde geçimimi o sokaktaki tezgâhımdan elde ettim.



Dükkânı kapattıktan sonra teknik olarak 'seyyar satıcı' idim anlayacağınız. Bütün sermayesini 8-10 muz kolisine sığdıran bir seyyar.



Muz kolisi deyip geçilmez. Sonraki 5 gün gideceğim okulun bileti (yazar burada 'sanki okula çok gidermiş' gibi yapıyor; elbette gitmezdi), içilecek çayların bedeli, tütün… Hepsi o muz kolilerine bağlıydı.



O yüzden o gün polis sokağı bastığında endişelendiğim tek şey o koliler oldu. Alır götürürlerse derdini Marko paşaya anlat.



Olay şöyle gelişti: Korsan kitabın altın yıllarıydı. Nice zamandır sokakta da benim gibi okunmuş kitap satanlardan çok korsan kitap tezgahları vardı. Hatta yaygın kanaat, korsan kitap işinin basım ve satışını bir takım yasadışı sol örgütlerin organize ettiği idi. Öte yandan zaten Satanist cinayet işi patladığından beri Akmar mimliydi falan. Zaten bir süredir 'polis sokağa baskına gelecekmiş' şayiası ortalıkta dolaşıyordu.



Kurgum şuydu: Her ne kadar tezgâhımda bir tane bile korsan kitap olmasa da polis benim kitapları da alır götürür. Ne de olsa dükkânı kapattığımdan bu yana 'kayıt dışı ekonomi'nin bir parçasıyım. Vergi falan ödemiyorum.



Hah. İşte tam burada o meşhur replik girsin devreye: Kardeşim, vergini algını ödemeden sokakta bir şey satıyorsan bunun sonuçlarına katlanırsın. Ben de bu repliği kurana diyeyim ki 'haklısın. Tam da o yüzden sokakta tezgâh açan esnafın gitmeyi alışkanlık haline getirdiği yer Kadıköy Belediyesi idi. İşgaliye ödeyerek yasal bir zemine kavuşmayı istiyorduk. Fakat tabii ki bizimle kimse ilgilenmiyordu. Rant yok, inşaat yok, büyük para yok. Kim dinlesin de çözüm bulsun senin derdine? Fakat hakkını da yemeyelim. İşimizi çözmüyordu tamam ama zabıtayı da üzerimize salmıyordu belediye.'



Eh, kaçınılmaz olan oldu. Polis sokağı bastı. Tezgâhın başına geldi. 'Topla bunları' dedi. Polis memurunun şaşkın bakışları arasında elimi cüzdanıma attım, biraz uğraştan sonra aradığımı buldum ve dayadım suratına: Abi bak. Ben ilahiyat fakültesi öğrencisiyim. Bu da kimliğim. Buradaki kitaplar da benim bütün sermayem. Sen bunları alır götürürsen bittiğimin resmidir.



'Topla' dedi sertçe, 'topla.'



Çaresiz, iki arkadaş topladık kitapları. İşimiz bittiğinde bizim toplanmamıza nezaret eden memur hafifçe kulağıma eğilip 'hocam, adım Bilal. Öğleden sonra karakola gelip beni bul. Kitaplarını vereyim sana' dedi.



Sivil zabıtalardan sopalarla dayak yiyen tatlıcı Ali abinin görüntülerini izlerken tam da o gün geldi aklıma. Polis memuru Bilal, kanunu çiğnemiş ama bir delikanlının hayatını kurtarmıştı o gün. 'O Bilaller nereye gitti?' diye sordum kendime. Hukuku uygulayacağız derken adalet duygumuzu yerinden eden bu adamlar da kim böyle?


#Seyyar
#Polis
8 yıl önce
Seyyar
Saîdüddîn el-Fergânî’den bize kalanlar
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı
Genişletilmiş teröristan projesi böyle çöktü