|
"Minare boyunda" insanlar

Yazının başlığını Habertürk''te yakınlarda yer alan bir yazıdan aldım. Murat Bardakçı, "İslam dünyası, Amerika''yı bu kitabı okuyarak tanıdı" başlığı altında bir kitabı tanıtıyordu. Bardakçı''nın yazısından öğrendim: "İslam dünyası" Amerika''yı konu alan ilk kitapla 17 yüzyılda tanışmış. "Tarih-i Hind-i Garbi el Musemma bi Hadis-i Nev" ("Yeni Ortaya Çıkan Batı Hindistan''ın Tarihi") adlı kitap Muhammed bin Hasan el Suudi tarafından yazılıp Üçüncü Murad''a sunulmuş. Kitap 1730''lu yıllarda ilk matbaacımız İbrahim Müteferrika''nın yayınları arasında yer almış. Yazar kitabını sultana sunuş yazısının sonuna şu dileği-duayı da eklemeyi unutmamış: "İnşaallah gün gelecek, Yeni Dünya da bizim hâkimiyetimiz altına girecek." Bardakçı, bu fasılla ilgili olarak "Tarih-i Hind-i Garbi''de yazılı olan hemen her şey doğrudur ama tek bir cümle hariç: ''Amerika''nın günün birinde bizim hâkimiyetimize gireceği'' duası" diyorsa da bu tespit bir "şaka" olsa gerek, çünkü kitabın özellikle Amerika''nın yerlilerine ilişkin verdiği bilgiler -bildiğim kadarıyla- kaşiflerin kaleme aldığı hiçbir metinde yer almamaktadır. Şu bilgiler mesela: "Neredeyse minare boyunda, uzun saçlı, çıplak, suratları rengârenk boyalara batmış insanlardır bunlar. Üstelik dağa-taşa, hatta putlara tapmaktadırlar. Şefleri öldüğü zaman, karılarını da onunla beraber gömmekte, şeytanla ilişki kuran kadınların inek kafalı ve boynuzlu çocukları olmaktadır."(!)

Takdir ederseniz ki, 17. Yüzyıl''da "Amerika"nın yerlilerini böyle tasvir eden metinlerle karşılaşmak imkansızdır. Bu "bilgiler" ile olsa olsa, "Keşif"in halk arasında "masala" dönüşmüş türlerinde karşılaşılabilir.

Neyse de, şimdi de asıl konumuza yani bu kitabın verdiği bilgilerin bizi özellikle hangi açılardan ilgilendirdiği, daha doğrusu ilgilendirmesi gerektiği meselesine gelelim:

Hepimiz biliyoruz ki, kâşifler Amerika''ya ayak basıp yerlilerle karşılaştıklarında asıl "şaşıran" karşılarında "minare boyunda" insanlar gören Batılılar değil, gecikmeden on binlercesi kılıçtan geçirilen "yerliler" olmuştu. En başta tabii ki kâşiflerin ellerindeki silahlar ve üzerlerindeki zırhlar... Ama yerliler açısından en şaşırtıcısı da "süvariler"di. "At"ı tanımayan bu kıta halkları süvarileri altlarındaki hayvanla bütünleşmiş birer "canavar" olarak algılıyordu. Dolayısıyla Hasan el Suudi, kaynak belirtmeden kaleme aldığı "tarihinde" söz ettiği "minare boyunda insanlar" tasvirinin olsa olsa yerliler tarafından bu süvarilere ilişkin yapıldığını kavrayamamış görünüyor! Bu çerçevede şu yorum da ilave edilebilir: Eğer söylendiği gibi "İslam dünyası" söz konusu keşiflerle ilk kez bu "tarih" aracılığıyla karşılaşmış ise, yazarın çok talihsiz bir işe girişerek "zalimlerin tarihi"nin yanında, yani "Kâşiflerin Tarihi" yanında yer aldığı söylenebilir. Oysa bırakın 17. Yüzyıl''ı, bir yüzyıl önce bile Avrupa''dan birçok kalem Amerika''daki yerlilere yönelik barbarlığı ve soykırımı lanetliyordu. Bu çerçevede bu yüzyılda "yerlilerin avukatı" olarak anılacak olan iki Dominiken rahip, Las Casas ve Francisco Vitoria ilk akla gelen isimler değil mi? Las Casas''ın onlarca kez "Yeni Dünya"nın yolunu tutup "masum bir ırk" olarak tanımladığı yerlilerin kıyımına yüksek sesle isyan etmesi, 1492''de sayıları 1.100.000 olan yerlileri 20 yıl içinde 16.000 kişiye indiren İspanyol zulmü karşısında bir şeyler yapabilmek için 50 yıl çırpınması tabii ki hatırlanmadan olmaz.

Sadece Las Casas ve Vitoria gibi din adamları değil, "Yeni Dünya"nın keşfinin ardından başlayan soykırıma Kilise dışından Montaigne gibi hümanist filozoflar tarafından da ciddi biçimde karşı çıkılmıştır.

Montaigne''nin "Denemeler"de söz konusu "yerlilere" ayırdığı sayfaları hatırlayın. Filozof, kâşiflerin karşılarında bulduğu halkı "altın çağ"ın doğa ile bütünleşmiş iyi insanlarına benzetiyor, bu karşılaşmada asıl "barbar" tarafın Batı Avrupa''nın fetihçileri olduğunu söylüyordu.

Bazı Kilise mensuplarının yanında Montaigne gibi düşünürlerin de "yerlilerin avukatları" arasında yer almış olmasının özel bir önemi vardır. Kilise mensupları -Las Casas ve Vitoria örneğinde olduğu gibi- "Yeni Dünya"da yaşanan vahşeti İncil''i esas alarak ve ondan çıkarttıkları hümanizmle kınarken, söz konusu düşünürlerin temel aldıkları "moral" tamamen Rönesans''ın ürünüdür. Bunlara göre "Yeni Dünya"nın "barbar" olarak nitelenen insanları aslında Batı''da rastlanmayan pasifik nitelikte bir "moral"in taşıyıcılarıydı. Bu insanlar Sokrates''i ve diğer peygamberleri tanımamış olmalarına rağmen "iyi" olabilmişlerdi. Bu gözlem -muhakkak ki- bu çevrelerde şok etkisi yaptı. Demek ki Batı''nın o güne kadar biriktirdiği kültürel-dini miras olmadan da iyi insanlardan oluşmuş toplulukların-toplumların oluşabilmesi mümkündü.

Yazıyı bitirmeden bu son sözlerimin çağrıştırdığı bir tartışmayı hatırlatmak isterim. Yıllar önce Yeni Şafak''ta, Mustafa İslamoğlu''nun önemli bir yazısından hareketle ahlakın kaynaklarına ilişkin yayımladığım yazı yazarımızın tekrar sözü almasıyla –doğrusu tadı damağımda kalan- bir "tartışma"ya ulaşmıştı. Cevabını aradığımız (daha doğrusu benim cevabını aradığım!) soru "Dini temel almayan bir ahlak mümkün müdür?" olarak özetleyebileceğim bir konuydu. Bu "tartışma"yı bugün şunun için hatırlatıyorum:

İslam dünyası söylendiği gibi "Yeni Dünya" ile gerçekten de Muhammed bin Hasan el-Suudi''nin kitabı ile tanışmış ise (görüyorsunuz, cümleyi "şartlı" kuruyorum!) hiç değilse bir yüzyılı harcamıştır... Son cümle olarak da ortaya cevabını bilmediğim bir soru atalım: İslam dünyasında -zamanında tabii ki- "Yeni Dünya"nın yerlilerine uygulanan soykırımı konu edinen yazılmış-yayımlanmış bir kitap ya da değerlendirme gerçekten de yok mudur?

13 yıl önce
"Minare boyunda" insanlar
Kuklaları oynatan Derin Kuklacılar?
‘Susadım çeşmeye varmaz olaydım’
Türkiye’yi devşirme kurtarıcılardan kurtarma mücadelesi…
Ankara’da vekâletler çekişmesi
Kibirleri boyunlarını aşan muhterisler kim?