|
Rûz-name-i müzâkerâtı okurken

“Günlük” sözcüğünü ilk kez Falih Rıfkı kullanmış. Ancak önümüze getirilen notları “günlük” olarak adlandırmak doğru değil sanki.

Önümüzdeki notları eskinin “ruzname” sözcüğüyle adlandırmak daha doğru sanki.

Hatta daha iyisi, Osmanlıca-Türkçe Lûgat''in hatırlattığı “Rûz-name-i müzâkerât”ı tercih etmek. “Konuşma gündemi” yani.

Çünkü “günlük” dediğimizde bireysellik ve dolayısıyla bununla ilişkili bir samimiyet söz konusu. Alırsın akşam defterini önüne, başlarsın o gün içinde başından geçenleri kendi bakış açından yazmaya…

Güzel bir alışkanlık şüphesiz. Günlük, sahibini olup biteni daha dikkatli gözleyip, duygu ve düşüncelerini daha berrak ifade etmeye teşvik eder. Kişilik analizleri yapmasına, geçen zamanı daha derinden hissetmesine yardım eder.

Bu bahis açıldığında ben her zaman karşımdaki gençleri teşvik etmişimdir. Aç defteri önüne, yaz bakalım o gün annen, baban, arkadaşların sana nasıl göründüler; karşılaştığın olaylar sende nasıl bir iz bıraktılar. Dediğim gibi, düşünme alışkanlığı ve yazma sanatı açısından yararlı bir iş günlük tutmak.

Ama tabii ki en başta şu şartla: “Karargâh” merkezli olmayacak.

Tamam, belki orada geçen günler de bir “günlük”ün sayfalarına geçebilir. Ama daima kişisel izlenimler ve “kamusal” olmayan konular hakkında…

Önümüze gelen “günlük”te yer alan bazı satırlar bu özellikleri taşımıyor değil. Mesela şunlar:

“Biz artık yaralı bir kuşuz.”

“Günlük”lük bir cümle bu. Büyük bir hayal kırıklığının hiç de fena olmayan biçimde ifadesi bu. Ama bu cümlenin hemen arkasından gelen “toplum bizim düşündüğümüz noktada değil” cümlesi her şeyi berbat eden cinsten. Ne işi var bu cümlenin “günlük”te. “Günlük” dediğiniz şey “toplum”a nasıl şekil verilebileceğinin tartışıldığı bir alan değil ki...

Sana ne “toplum”un hangi “noktada” olduğundan; sen biraz önceki cümlede olduğu gibi ruh halini anlat bize..

* * *

Bana sorarsanız, ruznamenin en dikkat çekici notlarının başında şimdi aktaracaklarım geliyor.

“Gazeteci” karşısındaki generale “şöyle bir senaryo düşünüyorum” diyerek anlatmaya başlıyor:

“Şimdi siz de söylediniz kuvvet komutanları blok, 4 kişi. Altında ordu komutanları, orgeneraller, korgeneraller blok, onun altında tümler, tuğlar blok, hepsi bir araya gelse ve dese ki; sizinle olmuyor. İşte Kara Genelkurmay olur, siz Karaya geçersiniz, İzmir''deki jandarma olur, İstanbul''dakini de artık ne yaparsanız…”

Generalin bu “senaryo”ya cevabı haddinden fazla ilginç:

“Ya o, siz gidin derse…”

Buradaki gazeteci ve general arasında “gerçeklik ilkesine” yakınlık açısından bir karşılaştırma yaptırılacak olursa, ben oyumu generalden yana kullanıyorum.

“Yo o, siz gidin derse…” cevabını yabana atmayın, Bu sözler, aslında, işlerin niçin bu noktaya kadar geldiğinin izahını da içinde taşıyor. General haklı olarak son derece “sağduyulu” biçimde, “emir-komuta zinciri”nin en iyi işlediği alan olduğu söylenen orduda tabii olarak gelinecek noktadan söz ediyor. “Ya o, siz gidin derse..”

Bu diyalog bana eski Genelkurmay Başkanı hakkında yapılan değerlendirmeleri hatırlattı. Bildiğiniz gibi, Özkök, hemen her zaman, “TSK içinde darbeyi önleyen” kişi olarak sunuldu. Nasıl, hangi yöntemle? Tabii ki sadece, darbe taraftarı komutanlarla işbirliğini reddederek.

Ama bakın, “müzakerat”ın da işaret ettiği gibi darbeyi engellemenin çok daha açık bir yolu daha varmış. Üstelik bu yol, basbayağı darbe taraftarı komutanların aklından da geçiyormuş. Hem de son derece endişe ettikleri bir yol olarak.

Ortada 27 Mayıs benzeri ciddi bir gelişmeden de söz eden olmadığına göre (çünkü o zaman Özkök''ün tercih ettiği yol haklı sebeplere dayanacaktır), darbeye karşı bir genelkurmay başkanı, darbe girişimi içinde olduklarından emin olduğu komutanlarına niçin “siz gidin” dememiş-diyememiştir?

* * *

Görebildiğim kadarıyla üzerinde konuşulması için “ruzname-i müzakerat”ta yer alan şu satırlar da ilgimi çok çekti.

Yine “gazeteci”, yine bir büyük komutan.

Komutan anlatıyor (“Günlük”teki haliyle)

“Gittik Denktaş''a destek verdik ama, şu da var ki, Denktaş''la toplum arasında bir uzaklık oluşmuştu. Bu çok acı. Ortada gezinip duran bir başbakan, bir hükümet var. Etkinliğini yitirmiş. Muhalefet gelişmeleri belirliyor. Böyle olmaz…”

Görüyorsunuz, döndük tekrar “yaralı kuş” ruh haline.

“Denktaş''la toplum arasında bir uzaklık oluşmuş.”

“Günlük”te yer alan en gerçekçi tespitin bu olduğunu söyleyebilirim. Çünkü -okumuşsunuzdur- “anavatan” söz konusu olduğunda düne-bugüne ve yarına ilişkin yapılan analizler o derece “hayal âlemin”deki, karargâha akan bir ton istihbarat içinde “yavru vatan”a ilişkin bu yerinde analiz okuyana bravo dedirtiyor doğrusu.

Tamam analizin sonunda “Böyle olmaz” şeklinde bir itiraz yok değil; ama bu itirazın “kadere itiraz” gibi bir şey olduğunun komutan da farkında.

Rûz-name-i müzâkerât''tan birkaç not daha çıkardım, onlar da yarınki yazıya kalsın.

15 yıl önce
Rûz-name-i müzâkerâtı okurken
Neden Şimdi?
Tevhid risalesi yazan Milli Eğitim Bakanı
Bir Başka Mesele: Kadın ve erkeğin ince ayarları bozuldu
Omelas’ı bırakıp gitmeyenler..
Tek bir zamana/ tarihsizliğe hapsedilmeye başkaldıran adam: Kadir Mısıroğlu