|
"Sivil Toplum ve Devlet"

“Sivil Toplum ve Devlet”i yayınlamamın üzerinden tam otuz yıl geçmiş. Sovyet Birliği başta olmak üzere “sosyalist cumhuriyetler”in çok tartışıldığı bir dönemdi o yıllar. Felsefe ve sosyal bilimlerde bu konuya girmeden bir şeyler karalamak imkânsızdı neredeyse. 70''li yılların ortalarından itibaren “sivil toplum” kavramının da bu sistemlerin analizinde farklı bir biçimde kullanıldığına şahit olmuştuk. Sovyetler Birliği gibi totaliter sistemlerin ve demokrasinin anlaşılması için yeni bir çerçeve çiziyordu bu kavram. Bu sistemlerin yeni tarifi Devlet ve Sivil Toplum ayrımını tanımayan özelliğinden hareketle yapılıyordu artık. Sovyetler Birliği''nin hakim ideolojisi “parti-devlet-toplum” özdeşliğinde ısrar eden totaliter bir ideolojiydi. Sivil toplum devlet içinde eritilirken temel hak ve özgürlükler ortadan kalkıyordu. Totaliter devlet, yani “bütün”ü kavrayan, “başka olan”a hayat hakkı tanımayan total-devlet, sivil toplumu kaplayarak politik, ekonomik, hukuksal, estetik, pedagojik bütün alanlarda tek belirleyicinin kendisi olduğunu iddia ediyordu. Devlet ve toplumun “eştözdenliği” sistemin tartışılmaz bir “hakikat”ıydı. Toplumdaki çelişkilerin aşılmış olduğu resmi ideoloji tarafından bir kere ilan edildikten sonra, ”Halk” olarak tanımında homojenlik kazandırılan topluma artık yalnızca iktidarla “bütünleşmek” kalıyordu. Oysa demokrasi, iktidar karşısında sivil toplumun geliştirilmesi, toplumsal iktidarın güçlendirilmesi ile sağlanabilirdi. Demokrasi devlet ve toplumun ayrı tözden olduğunun kabulü ile mümkündü.

Demokrasi, iktidarın elinin toplumun bilimsel, etik ve estetik kriterleri oluşturulma hakkına uzanmasını men eden bir sistemin adıydı.

“Sivil Toplum ve Devlet”ten birkaç yıl sonra yayınladığım “Demokrasi Arayışında Kent” adlı kitabımın “Hayatı değiştirmek kenti değiştirmektir” başlıklı bölümünde, Sovyetler Birliği''nde iktidarın “estetik” alanına nasıl el attığının hikayesini özetlemeye çalışmıştım. 1917 Devrimi''nden sonra Sovyetler Birliği''nde yaşanan ve “yirmili yıllar” olarak adlandırılan dönemde resimden müziğe, heykel sanatından mimariye, şiire kadar bütün sanat dallarında yaşanan son derece yeni-öncü arayışların “halk iktidarı”nın yerini sağlamlaştırmasıyla nasıl unutturulduğunun, karşı çıkıldığının ve hatta zorla bastırıldığının hikayesi devlet ve sivil toplum ayrımının ortadan kaldırılması sürecine ilişkin çok aydınlatıcı bir örnekti. Mayakovksi''nin intiharı, sanatçıların büyük bir coşku ile sarıldıkları öncü arayışlarının yaşandığı “yirmili yıllar”ın noktalandığının bir işareti olarak kabul edilir. Malevitch, Tatline, Lissitzky, Kandinsky gibi “Hayal gücü, iktidara gelmiştir” hissiyatıyla (ve “iyimserliği” ile) Devrim''i destekleyen birçok öncü sanatçı karşılarında çok geçmeden “Yeter, nedir bu maskaralık! İşçiler, köylüler sizi anlamıyor” diyen bir iktidar buldular. İktidar, resimde, edebiyatta, heykelde, tiyatroda, mimaride “yeni arayışlar” iktidarın canını sıkıyordu. Devrim''i en iyi okuyan ve anlayanın Parti olduğu fikrine ulaşılmıştı. Öncü sanatçılara yönelik suçlamalar da hazırdı. “Menşevik”, olmadı “Troçkist” o da olmasıysa “oportünist”. Her şeyin iyisini bilen Parti, en yetkili “estet”di aynı zamanda. Resmin, heykelin, mimarinin, edebiyatın, müziğin hasını artık o biliyor ve belirliyordu. Biliyorsunuz; Parti''nin bütün işler gibi sanata da el atması hiç mi hiç verimli bir sonuç doğurmadı. “Yirmili yıllar”ın yaratıcılığı silindiği gibi, ülkede çarlık döneminde var olan yüksek sanat ürünleri de artık çok geride kalmıştı.

Demek ki Devlet ve Sivil Toplum arasındaki mesafenin korunmasının sadece siyasi değil artistik özgürlüklerin korunması ve yeşermesi bakımından da hayati bir önemi sahip olduğunu unutmamak gerekiyor. Sizi bilmem ama ben -otuz yıl sonra da- demokrasinin tanımının da bundan ibaret olduğunu düşünüyorum.

13 yıl önce
"Sivil Toplum ve Devlet"
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı
Genişletilmiş teröristan projesi böyle çöktü
İsrail’le ticaret ve Deutsche Welle