|
Viyana kapılarından Yunus’la girmek!

Yurtdışında kültür ve sanatımızın evrensel boyutlarında gezinmek ve insanlığın tekâmülüne katkı sunacak eserleri güncelleyerek paylaşmak niyetiyle özellikle Yunus Emre Enstitüleri’ndeki etkinliklere katılmaktayız. İnsanı Allah’ın en güzel sureti olarak tanıyan bir kültürden İslam adına insanları katleden bir yaklaşım çıkaranlar varken kendi gerçeğimizi paylaşmak için yola düşüyoruz.



Yunus Emre’nin vuslatının 700’üncü yılı vesilesiyle USESCO tarafından 2021’in Yunus yılı anmaları için kutlanacağının haberi henüz gelmemişti. Viyana’da Yunus Emre Enstitüsü’nde Yunus Emre’yi konuşmaktaydık. Avusturya ile Türkiye arasında 2021’in Kültür Yılı ilan edilmesinden hareketle Yunus’un şiirlerinin güncel yorumlarıyla genişletilerek Almanca’ya çevrilmesinin öneminden bahsediyorduk.

Önceki yazımda kaldığım yerden devam edeyim. Avusturya doğumlu üçüncü kuşak gençler Hakan Alvan hocadan ney dersi aldılar. Mustafa Tatcı hocadan Yunus sohbeti dinlediler. Kendi yaşıtları memlekette kıymet bilmezlerken onlar orada maneviyatın gerçekliğine gönüllerini açmış, Yunus’a dokunmaya başlamışlardı.

Enstitüde bizi ağırlayan ve kişisel gayret ve tecrübesiyle bize Viyana’yı zahiren ve bâtınen yaklaştıran Halil İbrahim Doğan kardeşimizin ve eşi Hilal hanımın alperen ruhuyla emeklerini gördükçe bu Avusturyalı Türk gençlerin istikbali için de umutlandım.

Bugünün Almancasında ‘Yunusça’ manaları açacak yeni terimler koyun dedi hocam gençlere. Çevirin, tartışın, kelime avcılığı yapın, istişare edin, gönlünüzün arzına indirin kelimelerin hikmetini. Açılsın, açılsın, kalksın sınırlar, Yunus olun artık hadi! Dedi.

Nereden nereye dedim içimden. Gençliğimin Avrupa’sında henüz ilk veya ikinci kuşağın çelimsiz, özgüvensiz, kimliksiz hallerinde onlara benzemek dışında bir rota çizilmemişti bizlere.

***

Gençliğimde - 80’lere rastlar- en sık gittiğim şehir Paris olmuştur, Fransız kültürüne olan aşinalığım ve aldığım eğitimin de katkısıyla, Türkiye’den yurtdışına çıktığımda rotam önce Batı’ya oldu. Paris, Milano, Venedik, Berlin, Londra, Brighton derken karayoluyla Balkanları hem trenle hem otobüsle komünizm dönemi dâhil olmak üzere geçmişliğim ve Prag, Budapeşte, Lubyana, Belgrad, Kosova gibi Orta Avrupa şehirlerinde konaklamışlığım vardır. Lakin yolum Viyana’ya hiç düşmemişti.

Avrupa’ya son yirmi yıldır her gelişimde İngilizce ve Fransızca’yı konuşmayı reddeden bilinçaltım yüzünden zorlanarak geliyorum. İçimde susan ve daha doğrusu konuşmayı bekleyen bir batıni dil var. Henüz daha heceliyorum onu. Ama nasıl bir dil ise anadilimi bile unutturmayı başardı şimdiden!

Yine de bu yabancı dillerde anlamak, şahit olmak, kelimelerin içinde yol bulmak ve yolculuk yapmak konusunda bir sıkıntı duymadığımdan, konuşmakta zorlanmamın mecazları da açılıyor zaman zaman gönlümde.

Viyana’da evet bunların da etkisiyle olsa gerek gençliğime ait bir dünyayla karşılaştım. Fakat hiç ummadığım kadar içine aldı beni bu karşılaşma. Meğer bir zamanlar en sevdiğim, en etkilendiğim sanatçıların çoğu Avusturyalıymış. Bunun farkına varmam için buraya gelmem gerekiyormuş.

Hatta Avusturya Kültür Bakanlığı temsilcilerinden biriyle konuşurken, “genç kuşağın pek bilmediği Bachmann gibi yazarlar üzerine kurslarımız da var” dediğinde kendimi tutamayıp söze daldım: “Biz gayet iyi tanırız! Benim en etkilendiğim yazar ve şairlerden biridir Ingeborg Bachmann” diyerek elimdeki kitabı gösterdim coşkuyla: “Bakın, burada onun eserlerine dair iki denemem bile var, daha yeni yayınlandı!”

***

Dünyanın bir yerinde, sınırların hiç olmadığı bir gönlün içinde ne müthiştir sevdiklerinle karşılaşmak, onları bilmeden bulmak, buluşmak. Sanki kalemimdeki Bachmann’ı dünyada başka kimse keşfedememiş gibi bir mahrem dil vardı onunla konuştuğum. Hiçbir yabancı dile benzemeyen. Ve birden, yıllar sonra onun yaşadığı coğrafyada açığa çıkıvermişti!

Onun kadar sevdiğim ressam Gustav Klimt’in gençliğimde duvarlarımı süsleyen tablolarından nasıl bahsetmem! Mozart’ın eşliğinde yazdığım sayısız cümle, dize, paragraf, romandan… Ve dahi Kafka ve Zweig’ın hep gençliğimde okuduğum mektuplarıyla, çok etkilendiğim denemeleriyle, bizzat kendi hikâyeleriyle yaşadığım ünsiyet ve bendeki iç sesi dışarı çıkarmaya vesile olan kelimelerinden nasıl bahsetmem!

Meşhur Türkolog Andreas Tietze’nin daha hayattayken hazırladığı sözlüklerin ilk basımlarını edinişim… Yine Avusturyalı yönetmen Heineke’yle Cannes film festivalinde karşılaşmamız ve onun inanç mevzuunu ideolojiye yaslamadan anlatabilmesinin inceliklerinde öğrendiklerim.. Freud’dan Jung’a ve oradan İbn Arabi ile Mısri ve Yunus’a devam eden maneviyat yolculuğumda meğer Avusturya hep varmış fonda. İçten içe, alttan alta.

Derken kendimizi Osmanlı tarihini yazan meşhur Hammer’in Wiedling köyündeki mezarı başında bulduk. Hıristiyan mezarlığındaydı ama ayetler ve Farsça Türkçe beyitlerle doluydu mezar taşı. Elimizi açıp dua ettik. Evet, o dahi Avusturyalı’ydı! Kabrini İstanbul’daki ulemanın kabirlerini örnek alarak kendi çizdirmişti!

***

Polonyalı Jan Sobieski’nin sadece Viyana’yı değil, Avrupa’yı Türklerden kurtardığı için kahraman ilan edildiği tepede yapılan kiliseden ovaya, aşağıda süzülen Tuna’ya bakarken anlamıştım. Türk kuşatması şehrin her noktasında mancınıklardan heykellere, binalardan müzelere, kilise resimlerinden turistik nesnelere kadar öylesine canlı ki, bir toplumun kültürel hafızasında bu kadar güncellenen düşmanlık mevcut olması onların gazını biraz olsun almaktaydı. Yoksa bunca ekilmekte olan nefret tohumu bu nispeten sakin ortamı koruyamazdı.

Viyana kuşatmalarıyla geri püskürtülen Türklerin sayısı, üç yüz küsur yıl sonra 8 milyonluk ülkede 300 bine yaklaşmıştı. Anlaşılan sonradan istila etmekteydi burayı Türkler. Yunus zamanıydı şimdi! Kapılarından döndüğümüz coğrafyaya gönülden girmek için!

#Avrupa
#Türkiye
#Farsça
#Tükçe
5 yıl önce
Viyana kapılarından Yunus’la girmek!
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı
Genişletilmiş teröristan projesi böyle çöktü
İsrail’le ticaret ve Deutsche Welle