|
Efendimiz’in (sav) orucu-1

Oruç, bir “kalkan”dı Efendimiz’e (sav) göre. Onu tutanı; her türlü günaha meyl etmekten “tutan”, her türlü yanlıştan koruyan. Onun için oruçlunun ağzını sadece yeme-içmeye değil, belki toplumsal bir varlık olan insan için daha da önemlisi olan, başkalarını incitecek kötü sözlere de kapatmasını isterdi. Hele oruçluyken, söz dalaşı yapmak veya kavga etmek, onun asla tasvip etmediği bir şeydi. Onun için “Size biri dalaşmak ve sataşmak isterse” ona “Ben oruçluyum kardeş! Ben oruçluyum!” deyip nefsine oruç tutturmasını ve asıl orucun manevî zevk ve faydasını o zaman hissedeceğini söylerdi. Muhtemelen orucun, günahlara ve kötülüklere karşı bir “kalkan” vazifesi görmesi gerektiğine işaretle, “Ramazan ayı girince, rahmet kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar zincirlere vurulur.” buyurmuştu. Orucun bu koruyucu vasfı nedeniyle, evlenemeyip de harama düşme tehlikesi olanlara orucu tavsiye ederdi.

Oruç tutmak, yalnızca boğazı ve uçkuru tutmak değildi O’nun (sav) nazarında. Bilakis insanı bütüncül bir şekilde manevî açıdan olgunlaştırmayı hedefleyen bir mektepti oruç. Bir ahlâk eğitimi, bir nefs terbiye yöntemiydi. O sebeple oruç tuttuğunu zannettiği halde, yalan söyleyen ve yalan sözle amel eden kişilerin orucuna Allah Teâlâ’nın ihtiyacı olmadığını, bunların yanlarına kalacak kârın açlık ve susuzluk olduğunu söylerdi.

Oruç tutan kimsede meydana gelebilecek ağız kokusunu o kadar güzel betimlemişti ki; “Allah nezdinde o koku, misk kokusundan daha güzeldir.” buyurmuştu. Oruç tutan kimsenin elde edeceği mükâfatı, Rabb’inden kendisine ilham edilen bir sözle (hadîs-i kudsî) şöyle ifade etmişti: “Cenâb-ı Hak buyurmuştur ki: ‘Oruçlu kimse, benim rızama nâil olmak için yemeyi, içmeyi ve cinsel arzuları terk etmiştir. Oruç, doğrudan Bana yapılan, içine riya karışmayan bir ibadettir. Onun mükâfatını da doğrudan Ben vereceğim.’ ”

“Bir kapı var cennette…” derdi. “Adına ‘reyyân’ derler. Kimse giremez o kapıdan içeri, oruçlulardan başka. Ve onlar girdikten sonra kapanır, bir daha açılmaz kimseye.” Bir keresinde de şöyle anlatmıştı cennetteki kapıları: “Kim, Allah rızası için çifter çifter sadaka verirse, cennet kapılarından birinden: ‘Ey Allah’ın sevgili kulu! Bu kapıdan buyur! Bu kapı, hayır ve bereket kapısıdır’ diye seslenilir ona. Namaz ehli olan bir kimse, cennetteki ‘namaz kapısı’na çağırılır. Cihad ehli olan bir kimse, cennetteki ‘cihad kapısı’na çağırılır Oruç ehli olan bir kimse, cennetteki ‘reyyân kapısı’na çağırılır. Sadaka ehli olan bir kimse, cennetteki ‘namaz kapısı’na çağırılır.” Bu müjdelerle kendinden geçen Ebubekir Efendimiz (ra) adeta galeyana gelerek: “Anam babam sana feda olsun Ya Resûlallah! Bu kapıların her birinden çağırılacak müminler de olacak mı?” diye sorunca “Evet Ebubekir, olacak. Ve umarım ki sen de onlardan biri olacaksın” buyurmuştu. Kim istemezdi o anda Ebubekir Efendimiz’in (ra) yerinde olmayı! Acaba biz, bu soruyu Allah Resûlü’ne (sav) sorsak, ne cevap alırdık? Veya bir Allah dostuna. Hani Yunus Emre’miz diyor ya: “Varsam bir âmile, sorsam hâlimi/Acep Allah bize kulum diye mi?”

O (sav); hayatı o kadar dengeli, o derece âhenkli, renkli ve zevkli yaşardı ki; yeri gelir mana burcunun zirvelerinde dolaşır, yeri gelir bir çocukla oynaşır, yeri gelir bir cenk meydanında savaşır, yeri gelir hanımlarıyla sevgi dolu bir ilişki yaşardı. Bir yandan; vahiy meleği ile görüşmenin manevî ağırlığına tahammül edebilecek, mâhiyetini idrak edemeyeceğimiz muazzam bir ruhânî tecrübe olan vahye mazhar olabilecek kıvamda manevî bir kalbi vardı. Öte yandan da; aile hayatında dokuz hanımını da mutlu edebilecek, onlara sevgisini hiçbir zaman, hatta oruçluyken bile esirgemeyecek kocaman bir beşerî gönlü vardı. “Ben, peygamberim; ben, mana taliplerinin önderiyim; zühd ve takva ehlinin imamıyım.” deyip aile hayatının gereklerini yerine getirmekten geri durmazdı. Oruçluyken dahi hanımlarını öper, severdi. Bunu oruca mâni bir durum olarak görmezdi. Ramazan geceleri hanımlarıyla birlikte olur, imsak vakti girdikten sonra guslünü alır ve orucuna devam ederdi.

Medine’ye hicretin ikinci yılıydı. Ramazan orucu, yeni farz kılınmıştı. Efendimiz (sav) ve ashâbı, ramazan coşkusunu ilk defa yaşıyorlardı. Bir ayın tamamını gündüzleri sâim; geceleri kâim olarak geçirmenin manevî feyiz ve bereketini ilk defa yaşamanın heyecanıyla dolup taşıyordu gönülleri. Ancak bir haber almışlardı. Kureyşlilere ait Ebu Süfyan yönetiminde büyük bir ticaret kervanının Suriye’den Mekke’ye dönüş yolunda olduklarına dairdi bu haber. Arap Yarımadası’nda kötülüğün, şirkin ve zulmün en büyük hâmilerinden olan ve kendilerini yıllarca süren baskı ve zulümden sonra Mekke’den süren Kureyşlilere ekonomik bir darbe vurmak için iyi bir fırsattı bu. Efendimiz (sav), siyâsî ve ictimâî maslahatı dikkate alarak, daha yeni başladıkları ramazan orucu neşesini yarıda bırakmak pahasına, yaklaşmakta olan Kureyş kervanına baskın emri verdi. “Kureyş’ten bize ne! Zalimlerden, kötülerden bize ne! Biz, gündüzleri sâim, geceleri kâim olmaya bakalım, ramazanın feyz ve bereketinden istifade edelim, onları Allah’a havale ederiz, Allah da onların haklarından geliverir.” gibi bir kolaycılıkla, toplumsal sorumluluktan kaçmadı. Bilakis bu bir dersti sahâbesi ve ümmeti için. Ümmeti ilgilendiren büyük bir siyâsî, ictimâi, ticârî ve askerî bir hadise olduğunda, onunla ilgilenmeyip bir köşeye çekilerek bireysel ibadetle meşgul olmanın doğru olmadığına dair. Nitekim Bedir gazvesine giderken; bir veya iki gün oruçlu olarak yola devam ettikten sonra, Efendimiz (sav) orucunu açıp ashâbına da oruçlarını açmalarını emretti. Ancak pek çok sahâbenin sevabından mahrum olmamak için oruç açmadıklarını görünce: “Ey söz dinlemeyen cemaat! Ben, orucumu açtım. Siz de açın!” buyurdu.

Ey insanlık güzeli! Ey rahmet elçisi! Ey benim cânım Efendim! Salât sana, selâm sana, bu canlarımız hep feda sana!

Dünyada sünnetinden, ahirette şefaatinden mahrum olmamak niyazıyla…

#Ramazan
#Aktüel
#Hz. Peygamber
#Mahmut Ay
1 ay önce
Efendimiz’in (sav) orucu-1
Evet sokağa çıkamayacak hale geleceksiniz!
Batı’da İsrail spiritüel bir tutkuya dönüştürüldü...
Din savaşı
13 şehit
İstanbul’da bir Yemenli âlim: Abdülmecid el-Zindanî