|
Bir Kafka daha yetişmemeli...

20. Yüzyıl çok asabi başlamıştı ve bu ifade, bu tesbiti yapabilecek en doğru adam olan Kafka"ya aitti. Kafka bir barometre gibi her an ortamdaki asabiyeti ölçecek kadar hassas bir insandı. Gözünün görebildiği en uzak noktadan geçen bir insanın yürüyüşünden ruh halini anlayabilir, ondan daha fazla gerilebilirdi. Bu özelliğinin hayatını kısa tutacak en büyük zaaflarından birisi olduğu konusunda uyarılsaydı, biraz duyguları ve duyuları köreltilseydi, seksenine kadar iyi bir kâtip vs. olarak yaşayabilirdi. O zaman Prag kimliksiz kalır ve bir Kafka"mız olmazdı ama, o adamın çektiği acıları izleyen her okuru biraz da böyle düşünmüştür.

En azından ben böyle düşünürüm her Kafka okuduğumda ve büyük sanatının bir mecburiyet olduğunu da bilirim. Bu değerinden bir şey kaybettirmez şüphesiz. Bir yazarın en değerli malzemesinin kendi hayatındaki trajediler olduğunu anlarsınız. Trajedisiz büyük yazar olunmaz. Ya da çok büyük olunmaz. En azından "Fin de Siécle" delirmesinde bu böyledir. Huzurlu bir Nietzsche düşünmek, Kafka"nın Fransız olduğunu söylemek kadar saçma kaçar çünkü. Kafka gibilerinin büyüklüğü ise sadece kendi değil, çağının trajedilerini de omuzlamış olmalarından ileri gelir.

Mesela George Trakl "Ey gece, acılarımın önündeki dilsiz kapı / Gör artık bu karanlık yara izinin kanadığını / Ve kabından taşmak üzere olduğunu çektiklerimin!" dedikten kısa bir süre sonra 1. Cihan Harbi"nde gördüklerine dayanamayacaktı. En iyi durumda olanların başında şüphesiz Picasso geliyordu. O yaşadığı çağı çoktan kapatmıştı. Kendinden önceki sanatı bir fırça darbesiyle yıkmış, kaosa, eski alfabeyle dile gelmeyene geometrik biçimlerle meşruiyet kazandırmıştı. Nietzsche veya Kafka"daki insanı yeniden birleştirmeye dönük umutsuz çaba yoktu onda. O birliğin değil, artık parçalanmışlığın zamanı olduğunu çoktan anlamıştı.

Asabiyet 20. Yüzyıl"ın siyasetine de, sosyolojisine de, aydın kimliğine de damga vurmuştu. İki devreli dünya savaşından sonra "nedamet" getiren tavır hala modernite içinden geliyor, coğrafi kısıtlılık, Batı düşüncesine dair darlık, hadi açık konuşalım ikiyüzlülük içeriyordu. BM, Almanya"nın bir daha asla Fransa veya Belçika"yı işgal etmemesini garanti altına almıştı ama, bu "barış" savaşın ve fakirliğin Doğu"ya ihraç edilmesiyle sağlanmıştı. Cezayir Soykırımı"na karşı Sartre"ın "entelektüel müdahaleleri" ayakta alkışlanıyordu lakin, bu çabalar Batı"nın kendi üzerine derinlikli bir eleştirisine dönüşemedi. Hem zaten artık dünyanın lideri ABD ve başkenti Paris değil New York olmuştu. Kıta Avrupası"nın tayin edici gücü bulunmamaktaydı. Hala da yoktur.

Böylelikle aydın çürüdü… Ama çürümemiş gibi yaptı ve Doğu"ya aydın modeli ithal etmeye devam etti. Üstelik bu ithalat, Batı"nın hegemon gücü ve bilim diktatöryası üzerinden gidiyordu, küresel adalet arayan bir ahlak üzerinden değil. Referans, en "devrimci" hallerinde dahi Batı merkezliydi. Batı en mutlu çağını 19. Yüzyıl"da bile değil, 1950 ile 1980 arasında yaşadı. Yüksek sosyal adalet, artan ekonomik refah vs... Yerkürenin bir yarısında cennet yaşanırken, diğer yarısında soykırımlar artmışsa, bu iki anomali arasında mutlaka bir bağıntı vardı. Bu bağıntı ile Batı yüzleşmedi, ama daha kötüsü yüzleşir gibi yaptı. Suçluluk duygularını da post-kolonyal Paki, Hintli yazarlara Nobel vererek veya göçmenlerin adaptasyon sorunlarını onlara yıkarak giderdiler.

Said bu sistemi yapısöküme uğratmıştı ama, Batılı formasyonuna sızmış abartıdan ve asabiyetten kurtulamadı. Yaşasa eminim bu durumu telafi ederdi çünkü kumaşı çok iyiydi. Kolonyalizmi yapısöküme uğratırken dengeyi iyi kuramayınca diğer yanda mağduriyet köleliğine ve gerekçeler tembelliğine giden yolu işaret etmiş oldu. İslam entelektüelleri için başlarına ne geliyorsa bunu Batı"dan bilmek, hareketsiz kalmak veya öfkenin dayanılmaz hafifliğine teslim olmak artık akademik meşruiyete kavuşmuştu. Evet, İslam âlemi paramparça ve üzücü bir haldeydi ama bir sorun bakalım neden öyleydi? Batı yaptırmıyordu. Bu aynı zamanda Doğulu aydın için hep Batıyı referans alması demek oldu. Onunla baş etmek isterken bile…

Sanki, Batı paradigmasının bu dünyada en uç sınırı ele geçirdiği, ondan sonra uçurum olduğu ve her ne yapılacaksa bu sınırlar içinde kalarak yapılmak zorunda olunduğu herkes tarafından kabul edilmişti. Sıkça başvurulan hafıza yenileme çabaları romantizme takılıp başarısız oldukça şiddete veya kofluğa dönüşüyordu. Yani bildiğiniz asabiyet üretimi… Nereden geldiği fark eder mi?

Bu manada, EL Kaide ve IŞİD, sonuna kadar Batılı bir tepkidir. Çürürken bile özgünleşememiştir ve rakibine meşruiyet taşır. Bir sır verelim, oyunu kim tanımlıyorsa, o oyunu oynamayı kabul edeni her zaman yenecektir. Siz farklı bir şey yapmadığınızda, kurucu her zaman sizden fersah fersah önde olacaktır. Bunu Gandi anlamıştı.

Şimdi...

Asabiyet çöküyor. Yeni bir çağa giriyoruz ve bu çok heyecanlı. Yeni çağ nasıl kurulacak henüz belirsiz. Batı"nın kimlik, bilim ve tüm bir paradigma olarak krizi bir boşluk meydana getiriyor. Obama"nın basiretsizliği sadece kişisel bir zaaf değil. Değişmek isteyen, ama kendi zihinsel darlıklarının yerine yeni bir şey koyamayan çelişkili gel-gitlerin doğal sonucu.

Evet, asabiyet bir çağı çürüttü. Aydını ve kurumlarıyla birlikte. Mağduriyet kuluçkalarını kırmayı, ihyacılık romantizmlerine mesafe koymayı, aklı, bilimi ve siyaseti yeniden tanımlamayı, gerçek bir çoğulculukla toplam insan ve dünya üzerine konuşmayı kim başaracak?

21. Yüzyıl"da bir Kafka daha yetişmemeli. Dünya bir daha öyle bir yer olmamalı. İnsanlar, kendini tekrarlamaması gereken özel bir çağda yetişmiş tek bir Kafka bilip onu okumalı ve o zamanlar geride kaldığı için şükretmeli.

Eminim Kafka da böyle isterdi...

10 yıl önce
Bir Kafka daha yetişmemeli...
Siyasette yumuşama: Mümkün mü?
Genç kimdir?
Başkan Erdoğan soykırım davasının müdahili olarak ABD’ye gidecek mi?
Özgürlüğün otoriterliği karşısında Filistin taraftarı öğrenciler
Gazze ışığında üniversitenin misyonu