Siyaset, mesleki bir profesyonelleşme alanı olarak kabul edilir ve bireyle ilintisi ihmal edilir. Oysa politika, insanın ortaya çıkışı ile birlikte varlığını hissettirmiş temel insan faaliyetidir.
Bu bağlamda kendisi farkında olmasa bile, bir karar veren ve bu karara uygun eylemde bulunan insan politik varlık haline gelmiştir.
Platon gibi politikaya etik açıdan yaklaşanlar ile, Aristo’dan Montesquieu’ye, var olan sistemi anlamaya çalışan deneyci/ampirik ekol mevcuttur. Bu ekol, Locke ve Hume ile sosyal bilimlerde deneyciliği, doğayı esas almayı önceler. Nitekim bu yönü Comte ile pozitivizme kadar uzandı.
Bu çok yetersiz tanımlamalarda dahi kendisini belli eden, insanın “politik bir canlı” olarak tanımı ve ilkelerin tercih edilen zihniyetler üzerinden geliştiğidir. Zihniyet özellikleri, a-piori kabuller, güç ilişkilerini tanımlama biçimleri, insanın ne olduğu, neyi amaçladığı, nasıl yönetilmek istediğine dair modellerin temelini oluşturmaktadır.
Bu anlamda, “İnsan kimdir”, “İyi yaşam nedir” temel sorular oluyor. Aydınlanma ile “fayda, evrensellik ve rasyonalite” kavramları modern siyasetin yönünü belirledi. İnsanın doğanın bir parçası olduğu, doğadaki süreçlerin izlenmesi veya taklit edilmesi ile nihai bir sisteme ulaşılabileceğine dair kanaat oldukça sağlamdı.
Aydınlanmanın kendi üstündeki bir anlam ufkundan koparak, ahlakı fayda ile ikame etmesinin uygarlığın sonunu getirebileceğini ilk kez Kant kavramsallaştırdı. Üstelik bunu vahye değil, akla dayanarak ispatladı. (Bu çaba akla dayalı yapılmasa ciddiye alınmayacak, akla dayalı yapıldığında ise akıl okyanusunda zerre etkisi yapacaktı.)
Kant’a göre, insanın insan olmasının ölçütü, onun doğadaki hayvanlardan birisi olması değil, kendisini deneyle/gözlemle bulunamayacak bir ahlaki norma bağlamasıydı. Ahlakın faydadan doğduğunu söylemek onun var olmadığını söylemekle aynı şeydi. Ahlaki keyfiyet, doğadan izlenerek ihraç edilecek bir nosyon değildi. İnsan ahlaki sınırlarını çizdiğinde insan oluyordu. Hayır ile şerrin, yararlı/yararsız zıtlığına asla benzemediğini anlamak kritik önemdeydi. Evet, Kant, bir üst anlam ufkuna dayalı kolektif şuurun “vatanın kendisi” olduğunu iddia ediyordu.
Bir taşralı softa olarak hor görülse de tarih Kant’ı kanıtladı. Üst anlam ufkundan, kolektif ahlak normlarından, kutsaldan kopması ile insan uygarlığı sona erme riskiyle karşı karşıya kaldı. Nasıl bir aslanın bir ceylan yavrusunu yemesi gayrı ahlaki bulunamazsa, dünyadaki zayıf halkların güçlü halkların avı olması da zaruriydi. Kimse bunu bu yalınlıkta iddia etmedi ama, kolonyal “bilimsel” literatür buna epey yaklaştı ve sonunda yaşanan da bu oldu.