Burada görüştüğüm bir düşünce kuruluşu direktörüne bu soruyu yönelttiğimde yaptığı bir benzetmeyi alıntılamak isterim: ABD ve Türkiye arasında bugün yaşananlar, boşanmaya her geçen gün biraz daha yaklaşan bir çifti andırıyor.
Tıpkı bu sebep-sonuç ilişkisi gibi, ABD’nin PKK’ya verdiği destekle ne amaçladığını, iplerin Suriye’de nasıl ve neden kopma noktasına geldiğini, FETÖ’ye açılan alanın ve sağlanan imkanların altında yatanları ne kadar doğru okuyoruz? Trump’ın yerleşik düzenle verdiği kavgadan sıklıkla bahsediyoruz. Türkiye’de Afrin’e yönelik Zeytin Dalı Harekatı ve Trump’la Erdoğan arasındaki telefon görüşmesinden sonra Beyaz Saray’ın basın bültenine yazdıkları değerlendirilirken, bu konular burada Amerikan televizyonlarında, pek de yer bulmuyor. Varsa yoksa Trump’ın Müller’e ifade verip vermeyeceği, Davos’ta ne söyleyip söylemediği... Geçen yıl ilk baharda buraya geldiğimde de durum böyleydi, bugün de öyle. Gözü Trump’tan başka hiçbir şey görmeyen Amerikan medyası, öyle görünüyor ki, savaşlarını sıraya koymuş ve tüm önceliğini Trump’tan kurtulmaya vermiş görünüyor.
Peki ABD’deki FETÖ tehdidini ne kadar iyi anlayabiliyoruz? ABD’de Gülencilerin Türkiye’yi karalama kampanyalarını, ABD’nin Fethullah Gülen’i Türkiye’ye iade etmeyişini, Washington’daki lobi faaliyetlerini ve Halkbank davasının buraya taşınması üzerinden FETÖ’ye verilen açık çeki görüyor, çok öfkeleniyoruz. Ancak ABD’deki eyalet yapısını ve sistemin nasıl işlediğini iyi analiz etmediğimizde yaptığımız yorumlar eksik kalabilir.
Bu yazı bir girizgah olsun. İlerleyen günlerde buradan devam edeceğim inşallah. Zira Sun Tzu’nun dediği gibi düşmanını ve kendini tanıyanlar için zafer muhakkaktır. kendini tanıyıp düşmanını tanımayanlar için zafer gibi görünenin ardından gelen bir yenilgi vardır. Ne kendini ne düşmanını tanıyanlar içinse yenilgi kaçınılmazdır.