Sevme(k), kök imge, arketip ya da a'yan-ı sabite olarak varlıkta yerleşik olması bakımından her şeyi, herkesi içine çeken Tanrısal ve dolayısıyla ezelî ve ebedî bir olgudur.
Bu manada (öz olarak sevgiye tabi olma yönünden) bir Çinli ile bir Alaskalı, bir Arap ile bir Eskimo arasında (ilkinden son ferdine) bir fark yoktur.
Fark,
açısındandır ki, bu aynı zamanda kültürlerin imge esaslı karşılaştırmalarına imkan verir.
Diğer bir söyleyişle, aynı (varlıksal) olguların kültürlere göre değişmeleri, yüklendikleri imgeler üzerinden gerçekleştir ve kültürler de bunlar üzerinden ayrıştırılarak tanımlanır.
Pazar Pazar sözü felsefeye boğmamak için, ilgili düşüncelerimi birkaç örnek üzerinden
anlatayım:
Bir Çinli ile bir Alman, doğayı sevme fikrinde ortaktırlar ama sevme biçimlerinde ortak değildirler.
Bir Çinli, toprağı tabiatın teni; dağları, ağaçları, vadileri, suları vd. şeyleri de o tenin gereklilikleri olarak görür ve buna göre sever. Ürün almak (ondan faydalanmak) için toprağı zorlamaz, tıpkı bir çocuğun acıkması ve annedeki sütün onun için harekete geçmesindeki gibi bir doğallığa tabi olarak toprağın verdiğini alır; yenisini vermesi için de onu hazır tutar; çünkü almada aşırılaştığında, tıpkı zorla çekilmek istenilen sütten sonra kanın gelmesindeki gibi dengenin bozulmasına, bünyede hasarın oluşmasına neden olacağını bilir.
Bir Alman da tabiatı tabiat olarak sever ama onunla kurduğu ilişkide ürünün (verimin) kendisini merkezinden kontrol etmek istediği için, yine anne sütü örneğini kullanırsak, sütü de aşıp kanın geldiği yeri kontrol ettiğinde, sütün gelişini de kontrol edebileceğini düşünerek, dengeyi bozmayı, bünyede hasarın ortaya çıkmasını (zorlamada bulunmayı) kendi hakkı olarak görür.
Söz konusu fark, farklı bağlamlarda insanlar arasındaki sevgide de açıkça görülebilir.
Örneğin
'in sevgileriyle
'un sevgileri, sevgi özü bakımından aynı, ancak sevgi biçimleri yönünden ayrıdır.
'in,
“Bak artık sabah oluyor.
Gitmeni istiyorum. Yine de bir şımarık
Çocuğun kuşu gibi öyle uzağa değil.
Yaramazın elinden bir parça salıverip
Verdiği hürriyeti kıskanarak ardından
İpekten bir iplikle tekrar geri çektiği
Zincirlere vurulmuş zavallı bir mahpus gibi.”
dizelerine göre, Jüliet, Romeo'yu öldürürcesine
isterken,
'nin şu dizelerine göre Mecnun ise öznesini de aşarak aşka bağlanıp, bizzat onun tarafından
ister:
“Ya Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ meni
Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ meni
Az eyleme inâyetünü ehl-i derdden
Ya'ni ki çok belâlara kıl mübtelâ meni
Oldukça men götürme belâdan irâdetüm
Men isterem belânı çü ister belâ meni
Temkînümi belâ-yı muhabbetde kılma süst
Ta dûst ta'n edip demeye bî-vefâ meni”
Örneği kendi günümüzden de verelim:
'un
şiirindeki sevgiyle,
'ın
şiirindeki sevmek, özü itibariyle aynıdır ama sevme biçimi itibariyle çok çok farklıdır.
Yine
'nun
adlı öyküsündeki sevmekle,
'ın
adlı öyküsündeki sevmek de biçim olarak aynı sevmek değildir.
Bunlardan sonra şu hükme varabiliriz:
Sevmek insan oluşumuza, sevme biçimimiz ise kültürümüze (hayatı yaşama anlayışımıza, tarzımıza) delalet eder.
Diğer bir söyleyişle sevmek varlığımızın, sevme biçimi ise kültürümüzün hüviyetidir.
Şu hayatta muhatapları olduğumuz mevcut kavganın (daha genel söyleyişle, savaşın) nedeni de sevmekten değil, sevme biçimlerindeki farklılıktan dolayıdır.
Konuyu daha entelektüel planda kuşatmak isteyenlerin, mecnunlara (sevgileri nedeniyle delirenlere) Batı'da ve Doğu'da reva görülenler (ve bunlara ilişkin
'nunkiler dahil mevcut düşünce, araştırma, inceleme kayıtları) üzerinden bir okuma yapmaları yeterli olacaktır.