|
Emanet emanettir...

Dücane Cündioğlu ile Yusuf Kaplan''ın sanatın mahiyetine ve işlevine yönelik güzel yazılarını gazetemizden okuyorsunuz...

Ben sanatı (daha çok da edebiyatı) güncel boyutlarıyla, malumu ilan edercesine polemik diliyle konuşurken, kelimenin asıl emanetçileri de onun ontolojik durumunu, medeni boyutunu ve farklarını, miras oluşunu konuşmalıydılar.

Bunu bekliyordum; ben de yine güncel olanı konuşurken, kuşkusuz bundan sonra -onların sayesinde- daha rahat olacağım.

Örneğin, bugün 28 Şubat''ın edebiyatımız üstündeki etkisini birlikte rahat rahat konuşalım:

Bulanık suda balık avlama heveslilerine, sövgüden, maçoluk söyleminden, ayrımcılıktan, slogancılıktan beslenerek varlıklarını sürdürenlere fırsat vermemek için peşinen belirteyim ki, 28 Şubat niyeti, tarzı, amacı, eylemi ve sonucu itibariyle bir zerre miktarınca olsun onanamaz, makul görülemez, mazur sayılamaz.

Ancak, 28 Şubat''ın külliyen şer olduğu halde, şerde bir hayır gözetenler, şer ortamında bile hayır üretmeye azmedenler açısından baktığımızda edebi planda kimi hayırlara vesile olduğunu görebilir ve söyleyebiliriz.

Örnek mi?

1-İmam-Hatiplerin varlığından beslenen hazırcı, özensiz, ciddiyetsiz yayıncılığı sona erdirmiştir. İşini ciddiye alan butik yayınevlerimizin önü açılmıştır.

2-Vaaz edenlerle, edebiyat yapanlar kesin hatlarıyla birbirlerinden ayrılmış; dini hikaye ağıtçıları, güllü yasinciler, karınca duası şerhçileri Hacıbayram''la Eyüp''e sıkışırken, şairlerin, romancıların, öykücülerin eserleri herkesin uğrak yeri olan nitelikli kitabevlerinin raflarına yönelmiştir.

3-Edebiyatçısıyla, gazetecisiyle tüm yazarların muhatap kitlesi değişmiştir. 28 Şubat öncesinde belli bir dini kesime, cemaate, gruba yönelik olarak yazanlar, 28 Şubat''tan sonra Türkiye sınırları içinde yaşan herkesi muhatap kabul ederek yazmaya başlamışlardır.

4-Hem yaşadıkları şerrin nedenini kavramak, hem onunla tıkanan yolları kendi hayırlarına genişleterek yeniden açmak derdinde olan okurlar, ideolojik ayrımlara göre değil, söz konusu ihtiyaçlarına göre nitelikli eserleri okumaya, iyi düşünmeye ve konuşmaya başladıkları için moral planda da olsa entelektüel ortamdaki üstünlük Müslümanlara geçmiştir.

Bugün itibariyle, hâlâ sistemin ve bankaların sağladığı imkanlarla ayakta durmaya çalışan solun, sitemin imkanlarını sınırlı sayıdaki yandaşlarıyla paylaşmaya uğraşan sağın, asıl sivil ortamda var olmaları, halkla bütünleşerek toplumsal düzeyde varlık göstermeleri ancak ve ancak Müslümanlarla mümkündür.

Diğer bir söyleyişle, 28 Şubat 1997''den bugüne net olarak değişen şudur: İnançlarına bağlı kalanlar, sadece inançlarından ve milletten güç alanlar, kendi düşüncelerini ifade etme hakkını arayanları da koruma ve gözetme zorunluluğunu üstlenmişlerdir.

Mevcut iktidarın, bu gelinen noktadaki önemli katkılarını göz ardı etmemekle birlikte, hak savunusu söz konusu olunca, gerekirse ona rağmen konuşulması, adaletin hatırlatılması, yanlışlıkların ifşa edilmesi hem imanî, hem de insanî bir gereklilik olarak Müslümanların sorumlulukları arasında yer almıştır.

Buradan bakınca, edebiyatımız açısından bir problem yokmuş gibi görünüyor. Çünkü edebiyat su gibidir, istense de sıkıştırılamaz.

Ancak, bugün itibariyle basında, sınırları gün geçtikçe kalınlaştırılan kamplaşma, söz konusu sonuca zarar veriyor.

Örneğin, besinleri ayrımcılık ve varlıkları çatışma, zıtlaşma, sövgü üstüne kurulu olanlar, düşmanlıktan nemalananlar “bizden olmayan doğruyu söyleyemez” anlayışıyla, doğruyu söyleyenlerin sözlerini, “dönek, sahtekar, yalancı, darbeci, münafık, ergenekoncu” naralarıyla işittirmemeye çalışmanın ötesinde, tipik bir kan davalısı psikolojisiyle, “Sibel Eraslan, Nihal Bengisu Karaca, Özlem Albayrak, Ayşe Böhürler, ''bırakın Nuray Mert konuşsun'' diyemezler” teranesiyle hükmünü yitirmiş bir radikalizmi, fanatizmi içten içte beslemeye, büyütmeye çalışıyorlar.

Bu yüzden, en iyi gazetecimiz “en iyi çakandır”, en basiretli yazarımız “biz seni biliriz” hatırlatmasıyla “düşmana” parmak sallayandır anlayışı ne yazıktır ki hâlâ taraftar bulabiliyor; Ertuğrul Özkök tek başına onlarca yazarın hemen her gün hedefinde yer alabiliyor.

Hiç kimsenin 28 Şubat''ta olup bitenleri, ''411 el kaosa kalktı''yı unutmak gibi bir lüksü yoktur.

Yoktur ama, tekrar söylüyorum, haklı olana hakkını teslim etmek, mazlumun yanında yer almak, doğru söyleyeni desteklemek gibi imanî ve insanî mecburiyetleri vardır.

Çünkü adalet, akıl ve basiret sahiplerine verilmiş bir emanettir...

O halde, emanet sahipleri, kendilerine emanet edilene sahip çıkmak zorundalar.

Adı üstünde, “emanet!”

Biz bu emanete layık olmaz ve onun üstüne titremezsek, emaneti verenin rahmetine de uzun süre mazhar olamayız.

Ki, adalet damarının kesik olduğu yerde, edebiyata da temiz kan taşıyamayız.

14 yıl önce
Emanet emanettir...
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı
Genişletilmiş teröristan projesi böyle çöktü
İsrail’le ticaret ve Deutsche Welle