|
Nefsimiz ne’miz olur?

Nefsin mahiyeti ve işlevleri hakkındaki tartışma tüm zamanlara mahsustur.

İlk şeriattan, felsefi düşüncenin ilk ayaklanışına, İlahi kitaplardaki bilgiye esasen kurumlaşan Kelam’dan, bir nefs terbiyesi olma iddiasındaki tasavvufa, bugünkü gen teknolojisine mahsus araştırmalardan, hücre transferine kadar... nefis, insan tanımlı ve ilgili her tartışmasının öznesi olmuştur ve insan var oldukça olmaya da devam edecektir.

Zira nefs bilgisi her durumda bir ne’lik ve kendilik bilgisidir; ne’yim; ne’redeyim; ne’reden geldim; ne’den geldim; ne’yap(maya)cağım; benliğimin özü ne’dir; kendim olarak kim’im?

Daha da çoğaltabileceğimiz bu soruların temelinde yatan şey ise, şeriatlara, felsefelere, kelamlara, tarikatlara, inanışlara, dünya görüşlerine... tabi olarak bir nefs anlayışının teşekkül etmiş olmasıdır. Hatta tek bir inanış / din içindeki mezheplere ve o inanışın tebliği ile memur olanlara, onun ilmini yapanlara; ibadetlerini yaptıranlara ve nasihatlarını iletenlere göre de değişir söz konusu soruların mahiyeti ve cevaplama tarzları...

Örneğin, kendi zamanımızdan ve tabi olduğumuz bugünkü dini anlayış ile onun temsilinden baktığımızda nefs terimiyle önce yüzümüz ekşimez, bir şımarık kuş içimizde ötmeye başlamaz, kalbimiz korkuyla titremez, aklımız kuşkularla bürünmez mi?

Bunun nedeni, nefsin, özel de vaizler, genelde ilahiyatçılar için eskimeyen, gündemden düşmeyen, , tedavülden kalkmayan... bir söz sermayesi olmasıdır. Öyle ki, vaizlerin elinden nefs kelimesini alsanız, sudan çıkmış bir balığa, dükkanı talan edilmiş bir esnafa dönecekmiş gibi görünürler.

Zikrettiğimiz sorunun buna bağlı olarak yüklendiği bir diğer durum ise, doğal olarak onu konuşan ağızların çokluğunca bilgilerin / rivayetlerin çoğalmasıdır. Bir halk deyişiyle çokluğun olduğu yerde mutlaka kendiliğinden yeni bir sorun oluşturur, zira bu bağlamda, çok mal haramsız olmayacağı gibi, çok söz de yalansız olmaz.

Nefs gibi muhteviyatı ve işlevleri ziyadesiyle çeşitlendirilerek enflasyona uğratılmış çok temel bir meselede, bilgisi ve rivayetleri kirletilmiş bir kendilik arayışında, ilgili bilgilerin Kitabileştirilmesi, el-Attas’ın tercih ettiği terimle ifade edecek olursak İslamileştirilmesi, büyüklerimizin bizler tavsiyedir.

Bu tavsiyenin zamanımızın ihtiyacıyla, diliyle ve anlayışıyla yerine getirilmesinin ilk şartı, nefs konusunun ilahiyatçıların ve vaizlerin tekelinden kurtarılması olsa gerektir. Bu sağlanabildiğinde, ortaya çıkan boşluğun Kur’an ve sünnete tabi Fıhki kaidelerle tahkim edilmesi ve o kaidelerle çerçevelenmiş alanın mütefekkirane, münevverane yeni bilgilerle doldurulması mümkün olabilecektir.

Bu minvaldeki bir iş yükünün öncelikle bugünkü Kelam ehli ile Müslüman kimliğine sahip felsefecilere yöneleceği, onlar tarafından sırtlanılmayı talep edeceği aşikardır.

Buna mahsus bir örneği, daha önceki kitaplarıyla da felsefi bilgi ve dini tefekkür çekicini sürekli olarak nefse vuran Özkan Gözel’den verebilirim.

Gözel, Ketebe Yayınları arasından çıkan Ne - Varlık ve Hiçlik – Trans-ontolojik Bir Düşünüm adlı çalışmasında, nefse önemli bir yer vermiştir. Elbette varlık ve hiçlik temalı kitap, salt nefs konusundan ibaret değildir ancak, onu bizim buradaki ele alışımız esasında, yukarıda sorduğumuz bir çok sorunun cevabına eriştirebilecek, emin kaynaklardan biri olarak görebiliriz. Son tahlilde cevabınızı aradığımız sorular kadim sorular olsa da, onlara verilebilecek yeni cevapların bizim şimdimizde gerçekleşeceği malumdur. Diğer bir söyleyişle eski soruya yeni cevap, eski bir paradigmaya göre değil, yeni paradigmaya göre ancak bu zamanda anlaşılır olacak ve bu zamanın ihtiyaçlarına denk düşebilecektir.

Yukarıda belirttiğim yeni bilgisel tutumu Edmund Husserl’in “Araştırma dürtüsü felsefeden değil, şeylerden ve problemlerden yola çıkmalıdır” sözüyle çerçeveleyen Gözel’in, önsözünde italik yapılarak öne çıkartılan iki ara-başlıktan ilkinin “Ne-re’den geldiysek, yine O-ra’ya gidiyoruz!” ve diğerinin “Nihil’e karşı lâ!” olması, bizim mezkur konuda onu örnek verişimizdeki isabeti teyit etmektedir. Nitekim aynı yerden yapacağımız şu alıntı da, şimdi konu edindiğimiz hususta, bizi umuyorum ki en doğru hedefe yöneltecektir:

“Hasıl-ı kelam, ‘hep-olma’ya varan, varabilen, varması umulan işbu yolda ‘olma’nın sırrı, “hiç-olma’dan geçiyor tam da. Hiç olmak butlana uğramak demek değil ama burada! Olmak, bir bakıma, ‘hiç-olmak’ demek; hiç olmaksa, bir bakıma, ‘hep-olmak’! Bunun için ölmeden evvel ölmek ve kendine yeniden doğmak gerek.”

#Ketebe Yayınları
#Edmund Husserl
#Felsefe
4 yıl önce
Nefsimiz ne’miz olur?
Yine Beyazıt Meydanı
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı
Genişletilmiş teröristan projesi böyle çöktü