|
Sinemayı nasıl sevdik

Yozgat'ın kışlarını bilenler beni daha iyi anlayacaklardır.



Orada kış demek, volta atılabilecek tek yer olan Lise caddesinde, bırakın yürümeyi ayakta durmanın bile maharet haline geldiği günlerde, hareketi azaltarak hayatın rahmine doğru çekilmek demektir.



Orada kış, herkes için bir tür zorunlu vakfedir, kimilerinin durmaktan durgunlaşmayı, kimilerininse durulaşmayı anladığı günlerdir.



Kanı yeni yeni kaynamaya başlamış bir çocuksanız, hele hele

adam olabilecek çocuk

sınıfına yazılıp, daha o yaşlarda hayatınızın ipleri sizin ellerinize verilmişse, işte o Yozgat kışlarında haliniz haraptır.



Ebeveyn sevgisinden, kardeş cıvıltılarından, kısaca aile yuvasının sıcaklığından mahrum olduğunuz için kendinizi onların yerini tutabilecek(miş gibi görünen) mekanlara atarsınız.



Mekanlar! Çoğul olarak söyleyişime bakmayın, kahvehaneden ve sinemadan başka bir mekan da yoktur aslında. Yozgat'taki eğlence sektörünün şimdiki durumunu bilmiyorum ama benim İmam Hatip öğrenciliğimde yani '70 yıllarda durum böyleydi.



Televizyonun da yavaş yavaş girmeye başladığı kahvehaneler öncelikli sığınağımızdı.

Dizi

kelimesi söz dağarcığımıza yeni eklenirken, özellikle bilim-kurgu diziler, yurt kaçkını olan biz çocukların ilgi merkeziydi.



Uygun bir kahvehanede (sigara da içtiğimizden, amcaların, abilerin bizleri fırçalamalarından korunmak için) en uygun masayı seçer, sigara paketini ve kibriti (çakar çakmaz çakan çakmaklar henüz yoktu) ortaya atıp, gözlerimizi televizyona kilitlemiş olarak, dizi süresince heyecan denizlerinde yüzerdik. Dizi sona erer, paket biter, bizler de dizi filmden türeyen uçuk hayallerimizle kös kös yurdun yolunu tutardık.



Korkutucu gecelerin hakimiyet kurduğu o kara kışta, sokağa çıkacak, kahvehaneye gidecek kadar aptallaşmayacağımızı düşündüklerinden olmalı ki, hocalarımız kahvehaneleri pek denetlemezlerdi.



Konu sinema olunca durum değişirdi ama.



Bugün bile hatırladığımda saç diplerime kadar kızarmaktan kendimi alıkoyamadığım bir

ötekileştirilerek suçlanma

tarzı vardı ki, dostlar başına!



Örneğin günlerden Cumartesidir ya da Pazardır. Büyük sinemaya, o çok özel bir dünyayı sunuyormuş izlenimi veren rengarenk afişlere yenik düşerek film izlemek için girmişsinizdir. Çoğunlukla filmin ilk yarısında (konusunu bile anlamanıza fırsat verilmediği için daha çok bozulmanıza neden olacak şekilde) hocalarınızdan birinin şu haykırışıyla irkilirsiniz: “İmam Hatip Okulu öğrencileri, dışarı!”



Filmi izlemekten alıkonulmak bir fena, İmam Hatipli olarak afişe edilmek ise daha bir fena koyar içinize.



Suçu olmadığı halde suçlu sayılan birinin itiraz ile reddiye arasındaki bocalayışına benzer bir bocalayışla önce biraz duraksar, hafifçe tepkide bulunacak gibi olursunuz ancak sonuçta naçarsınızdır ve itiraza gücünüzün yetmeyeceği ortadadır. Süt dökmüş kedi mahcubiyetiyle, yüzünüzü seyircilerden saklayarak, çıkışa doğru süklüm püklüm yürürsünüz.



Yozgat'ın uzun kışlarında, mezun oluncaya kadar sürer bu dilemmalar, çelişkiler, kızgınlıklar ve naçar teslim oluşlar...



Bu aynı zamanda sinemayı nasıl sevdiğimizin hikayesidir. Son tahlilde

yasak bir ilişkidir

sinemayla kurduğumuz ilişki. İzlemekle suçlandığımız, öğrenci olarak izlemekle ağır mahcubiyete mahkum edildiğimiz bir fiil.



Hocalarımızın bizleri bir tehlikeden korumak istediklerini anlardık ama bunun nedenini, niçinini ve boyutlarını (o zamanlar) asla anlayamazdık. Sorun cinsellikse, biz zaten mümkün olabildiğince bundan kaçınırdık. O halde başka şeyler olmalıydı. Fakat hocalarımızın da o başka şeyler konusunda fazla bir bilgileri yoktu sanırım. Eğer olsaydı, en azından “İmam Hatipliler dışarı!” haykırışlarıyla ilk utandırılışımızdan sonra tekrar sinemaya kaçmazdık.



Bu manada kendim, yıllar sonra sinema sevgimle yüzleşebilmek için, Gustav Janouch'un, Kafka'ya sinemayı sevip sevmediğini sorduğunda ondan aldığı şu mealdeki cevabı okumak zorundaydım: “Sinemayı sevmiyorum, çünkü görüntüler bana hakim oluyorlar, ben onlara hakim olamıyorum.”



Aşırılaştırılmış imgeler nedeniyle, pornografiyle maruz kalmanın sakıncasından söz ediyordu gerçekte Kafka.

Tevrâdî

(Kitâbî de diyebilirim) bir tutumla bundan kaçınmaya çalışıyordu. Hocalarımız ne bilsinlerdi imgeyi, (yeni anlamıyla) pornografiyi; sorunun bugünkü kazandığı yön itibariyle sureti ve temsili...



Bu pilav daha çok su kaldırır. Dolayısıyla “biz sinemayı yasak bir ilişkiyle sevmiştik” deyip, nasip olursa sonraki Pazar yazımızda devam etmek dilediğiyle bağlayalım sözümüzü.


#Sinema
#Yozgat
#Kafka
#Tevrâdî
7 yıl önce
Sinemayı nasıl sevdik
Kart harcamaları
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı
Genişletilmiş teröristan projesi böyle çöktü