İtiraf etmeli ki, Türkçede felsefeyi vahiy kaynağına dayandırarak anlatan bir felsefe tarihi henüz yazılmamıştır.
"Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler" kitabımızın 9. baskısının redaksiyonunu yaparken İslam"la felsefe arasında karşıtlık bulunduğu izlenimine yol açabilecek bir üslup zemininin bulunduğunu fark ettik. Bu yanlış anlamanın önüne geçmek maksadıyla kitabın "İslam ve Felsefe" başlığını taşıyan bölümüne aşağıya alıntıladığım dipnotunu koyma mecburiyetini hissettik. Kitaptaki dipnotunu aşağıya alıyorum:
... Bu kitapta yer yer "felsefe"ye atıfta bulunulmuştur. Ele aldığımız bağlam içinde "felsefe" derken bu kelime ile geleneksel olarak Thales"le başlatılan ve belli başlı simalar olarak Herakleitos, Zenon, Sokrates, Platon, Aristoteles"le devam eden profan nitelikli Grek düşünce zincirini ve onun uzantısı saydığım Batı Avrupa felsefesini aklımda tuttum.
Her ne kadar bu felsefe kendi içinde yer yer ve zaman zaman metafizik (hatta mistik) yönsemeleri içeriyor olsa bile, asal kökeninden bağlantısını koparmış olduğundan profan demekte sakınca görmüyorum. Çünkü bu düşünme tarzı, ilâhî kökenden kaynaklandığının farkında bile olmaksızın, referansını bizzat kendine (kendi logos"una) yöneltmiştir.
Felsefenin asal kökeni olarak gördüğüm nokta tevhîd akîdesidir. Şimdi değindiğim Grek felsefesinden başlayarak günümüze kadar süren Batı Felsefesi geleneği ise, tevhîd akîdesine düşülmüş isabetli veya isabetsiz dipnotlarından ibarettir; bunun böyle olduğunun farkına varılmamış bile olsa... "Allah"tan başka ilah yoktur" veya "Ben, Ben olanım" veya "Ben O"yum" veya "Her şey O"dur" veya "Her şey O"nun tecellisidir" veya "Her şey O"ndan bir tecellidir" biçiminde ifade edilebilecek vahiy kaynaklı (veya vahiy esinli) cümleler, insan düşüncesine ve dolayısıyla felsefeye ve bilimsel düşünceye temel oluşturmuştur.
Felsefe tarihi boyunca ortaya çıkmış olan "en" materyalistik düşünce biçimleri bile, bizce, şimdi ifade edilen cümlelerin bir yorumu ve tevhîd akîdesine muhalefet bağlamında bir dipnotudur. Böylece bütün bir felsefece düşünme zincirini tevhîd akîdesine mutabık veya muarız kalarak ona düşülmüş dipnotlarından ibaret görmek mümkündür diye düşünüyorum.
Her şeyin O [Tanrı] olduğu yolundaki telakkiyi kimileri eşyanın neliğini okumak için, kimileri "kendi ben"ini okumak için, kimileri de bizzat O"nu okumak için esas kabul etmiştir.
Genellemenin sakıncasını göze alarak ifade edersek, birinci yönsemeden materyalist (veya obje"ye ilişkin), ikincisinden idealist (veya süje"ye ilişkin), üçüncü yönsemeden de teolojik (veya O"na ilişkin) düşünce biçimi neşet etmiştir, diyebiliriz. Fakat bu düşünce biçimlerinin geleneksel olarak ve halen günümüzde kendi asal kökeniyle (vahiyle) bağlantısı kalmamıştır, dahası kendi kökeniyle bağlantısını koparmış olduğunun farkında da değildir ve sonuçta felsefece düşünme biçimi profan hale dönüşmüş bulunmaktadır.
Bu bağlamda mistik yönsemeleri bile profan (kutsal içeriğinden boşaltılmış) olarak kabul etmek gerekmektedir. Greklere mahsus profan düşünce tarzından, bilahare Hıristiyan düşünürlerin, bu kez, dinî bir niyetle istifadeye girişmesi de ilgi çekici bir olaydır: böylece, söz konusu düşünme biçimi (diyalektik düşünme tarzı) asal kökeniyle irtibatlandırılmaya girişilmiş sayılabilir. Bu sürece, İslâm filozofu diye anılan düşünürlerin [Kindî, Farabi, İbni Sina, Gazali, İbni Rüşt vb.] katkısı da unutulmamalıdır. Müslüman düşünürler Grek felsefesine "yitik hikmet" muamelesi yapmıştır.
Böylece felsefece düşünmenin başlangıcının dinden (vahiyden) kaynaklandığı ve onun çeşitlendirilmesiyle çoğaldığı ve zaman içinde tahrifata uğradığı sonucuna ulaşıyoruz.
Hissedilebileceği gibi, bütün bir Grek düşünce tarzı, arkasında vahiy kaynaklı bir düşünceye (fikre) yer veriyor. Arada yalnızca Sofistler beşerî bir retorik geliştirmişlerdir. Ama onların hemen arkasından Sokrat, Platon, Aristo antik gelenekten tevarüs ettikleri düşünce tarzını kendi müktesebatlarına ve telâkki tarzlarına göre yaşatmışlardır. Özellikle Platon"un idealar âlemi üzerindeki fikriyatı O"DUR "kavramı" ile doğrudan ilişkilidir.
Keza Aristo"nun ilk hareket ettiricisi de "Ben olan"ın, yani kendi var oluşunu (varlığını) başka hiç bir şeye borçlu bulunmayanın, kendi hareketini kendinde taşıyanın ifadesi olmak bakımından aynı kaynağa telmihte bulunmaktadır.
Ancak Grek literatüründeki bu retoriğin artık dinsel kaynaktan (vahiyden) kopmuş olarak ve profan bir içerikle sürdürüldüğünü de hatırdan uzak tutmamamız gerekiyor. (Konu üzerine ayrıntılı bilgi için bknz. Rasim Özdenören, Düşünsel Duruş, ilgili bölümler).
Bizim beklentimiz, şimdi değindiğim bağlam içinde felsefe tarihi yazacak bilim adamlarımızın felsefe eğitimine gereken değeri ve önemi veren ilahiyat fakültelerinden yetişeceği istikametindedir.