|
Biri balıkları nehre atmalı

Pskiyatristlerin alanına girmek istemem ama bana öyle gelir ki "düşmanla işbirliği", bir tür ruh hastalığıdır. Şartlar ne olur olsun, hangi menfaat, hangi vaat söz konusu olur olsun, dinimize, ülkemize ve milletimize husumeti aşikâr olan düşmanlarla işbirliği yaparak kendi toplumuna ihanet edenler, mutlaka bozuk bir moral, hastalıklı bir ruh hali içinde olmalıdırlar. Aklı sekteye uğratan; gerçeklikle bağını kopartan bir darbe; bir travma yaşamış olmalıdırlar.

Tek kişiden değil; bir gurup insandan; bir topluluktan söz ediyoruz. Ne oluyor, nasıl oluyor da millet içinden bir topluluk gerçeklikten kopup akıl ve ruh sağlığını bozarak düşmanlarla işbirliği yapmayı, daha iyi hizmet etmenin (meselâ) bir yolu zannetmeye başlıyor?

İnsanların "topluluk halinde" ruh ve akıl sağlığının bozulması, "millet bütününden" kopuşla başlar. Devlet içinde devlet olma temayülü, önce millet içinde millet olma gibi hastalıklı bir tutumla başlar. Bir kere kendinizi milletinizden; aynı iman, aynı ülkü ve aynı kader etrafında buluşmuş büyük milletinizden ayırıp da başka bir kimlikle yahut daha alt düzeyde bir aidiyetle tanımlamaya görün! Bir iki kuşak sonra o topluluk kendi içinde çürüyüp kokuşmaya başlayacaktır.

Çağımızın öncü mütefekkiri Sezai Karakoç"la kendinden önceki dava adamlarımızdan meselâ Mehmet Âkif"in, Muhammed İkbal"in, Necip Fazıl"ın, Mevdudî"nin ve Said Nursî"nin ortak kavramlarından birincisi "İslam Milleti" kavramıdır. İslam Milleti"nin altında daha dar bir kavram kavim yahut ırktır, onun da altında kabile, boy, aşiret vardır. Daha da alt aidiyetler ise tarikat, cemaat, dernek, vakıf, sendika diye gider. Elbette insanların bir iş, bir hizmet üretebilmesi için topluluk halinde dayanışmaları, örgütlenmeleri gerekir. Fakat kendimizi ve adı her ne ise teşkilatımızı, mensupları ve gayesi bakımından millet bütününden "kopararak", hatta "yalıtarak" tanımlamaktan özenle kaçınmazsak çürüme yakın demektir. Çünkü çürüme ve kokuşmadan; yozlaşıp topluma yabancılaşmaktan kaçınmanın yolu; kendimizi ve topluluğumuzu "büyük millet" bütününden büsbütün koparmamak; millet içinde millet olmaktan şiddetle kaçınmaktır.

Ben bunu bir atasözünden öğrendim. Şöyle demiş atalarımız: Bir su bir kapta çok kalırsa kokar.

Bilindiği gibi su, hayatın temel öğesidir. Türkçemizde ıslak, sulu anlamındaki yaş kelimesi, yaşama fiilinin de köküdür. Ancak suyla mümkün olan, dirilik ve tazelik simgesi olan yeşil kelimesinin de aslı "yaş-ıl"dır.

Su yeryüzünde Allah"ın bir lütfu olarak kesintisiz bir dönüş içindedir. Suyun bu çevrimi, onun kendini arıtmasının; temiz tutmasının, daima tazelemesinin de yoludur. "Akar su kir tutmaz" atasözü de işte bu şarta işaret eder. Ancak "akar" haldeki su, yani dünya yüzündeki büyük çevriminden kopmamış su kiri tutmayıp süzer, arıtır, atar.

Fakat suyu bu çevrimden, bu büyük akıştan koparır da bir kaba hapsederseniz, kapatırsanız, (kap, "kapama" filinin ve "kapalı" sıfatının da köküdür) üzerinden biraz da zaman geçince bakterilenir, kokar ve sonunda kurtlanarak leşe dönüşür. Demek ki hayatın kaynağı su değildir. Su sadece Hayy"ın hayata vesilesidir. Bu vesile oluşunu ise ancak kesintisiz çevrime borçludur. Nitekim Yüce Allah dünyayı döndürmekte, suyu akıtmakta, hayvanatı, nebatatı, insan soyunu kesintisiz bir yenileyişle yaratmaya devam etmektedir. Yaratma, olup bitmiş bir hadise değil, olmaya devam eden bir süreç. Yunus Emre, "Her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası!" derken, usanç vermeyen tazeliğimizin, şefkati ve merhameti celbeden güzelliğimizin "her an yeniden" yaratılmaktan ileri geldiğine dikkat çekiyordu.

Su, doğal atmosferinden koparıldıktan ve yeteri kadar bekletildikten sonra nasıl kokuşuyorsa, toplumsal çevrimden koparılmış, "millet" kimliğine kıyasla küçük alt kimliklerle tanımlanmış, millî hedeflerden ayrılıp küçük ve bayağı hedeflere yönlendirilmiş, bir bakıma esasen bir parçası oldukları toplum dokusuna yabancılaştırılıp kapatılmış küçük topluluklar da bir iki kuşak süresince yozlaşıp kokuşmaktadırlar. Bunu Türkiye"de toplumsal akışa kapalı, toplumdaki gelişme ve değişmelere kapalı, demokratik süreçlere (toplum istek ve beklentilerine, toplumsal hedeflere) kapalı hemen bütün kurum ve yapılarda gözlemleyebiliyoruz.

Yöneticileri seçimle işbaşına gelmeyen; gayeleri ve usulleri bakımından yarı gizli örgüt gibi çalışan, en önemlisi "kendi iyiliğini toplumun ortak iyiliği içinde aramak"tan çok topluma rağmen ve hatta toplumun zarara uğraması pahasına sözde iyilik peşinde koşan her gurup için kokuşup çürüme ve toplumla ters düşme kaçınılmazdır. Çünkü toplum, daima canlı, akışkan, hergün dünyaya yeni gelenler ve vaktini tamamlayıp gidenlerle kesintisiz bir yenilenme çevirimi içindedir. Bu durum, tıpkı suyun dönmesi gibi Allah"ın ayetlerindendir.

İster devlet kurumu ister özel veya sivil kurum, kuruluş, topluluk olsun; kendi toplumuna ve milletine yabancılaşmış yapıların, toplumsal gerçeklikten kopmaları kaçınılmazdır. Fakat toplum içinde toplum, kap içindeki su gibi tamamen dış alemle bağını koparamayacağından; bir şekilde toplum tarafından sağaltılmaya, toplum içinde eritilmeye zorlanır. Toplum, kendini ayrıştırmış gurubu yahut kurumu, kendine katma çabasına hiç ara vermez. İşte bu çaba, kapalı ve "ayrı" kalmakta ısrar edenlerce bir tür yok edilme girişimi olarak korkuyla karşılanabilir. Bu korku da akıl dışı bir hamleyle ya saldırı ya da düşman güçlerle işbirliği gibi gerçekten korkunç durumlara yol açabilir.

Çözüm, tüm kapalı yapıların topluma yeniden entegre olmasını sağlayıcı, kapalı havzada ve kokuşma tehlikesi altındaki tüm "su"ların ana su kütlesiyle karışmasını temin edici kanallar açmaktadır.

Şehir çetelerini, onların önce başkalarına ve giderek kendilerine yönelmiş anlamsız şiddetini, doğal ortamından koparılıp akvaryuma kapatılınca saldırganlaşan, hatta aynada kendi görüntüsüne bile saldıran siyam balıklarına benzeten yönetmen Cappola"nın ünlü "Siyam Balığı" filmindeki çözüm önerisi de böyleydi: "Biri balıkları nehre atmalı!"

10 yıl önce
Biri balıkları nehre atmalı
İslâmî hareketten kavramlar savaşına…
Yaşama Sanatı ve Sinema
Bizim sorunumuz ne?
İran’da değişimin ayak sesleri…
İslâmcılık, milliyetçilik ve tam bağımsızlık