Sosyal medya çağın olmazsa olmazı. Herkes kendince doğru ve haklı bir sebepten dijital platformlarda fink atıyor. Asil bir istiğnâ, vakur bir iktifâ ile hâlâ buralardan uzak durabilen güzel insanları Mustafa Kara Hoca’mın şahsında tebrik ederim. Hoca, bırakın sosyal medyayı cep telefonu bile kullanmıyor, doksanlardan ışınlanmışçasına aramızda dolaşan bir güzel adam. Arayan buluyor, ulaşıyor, görüşüyor; eskiden bu işler nasıl oluyordu diye hatırlamaya çalışarak nostaljisini yaptığımız mevzuunun, 2022 yılındaki Bursalı delili gibi hazret. Üstelik twitter’da olmayışı bir şey eksiltmiyor Mustafa Kara Hoca’nın ilminden; İnstagram’da fotoğraf paylaşmadığı için hizmeti yarım kalmıyor, Facebook’a uğramadı diye ihlasına halel gelmiyor. Haddimiz değil ama takdire şayan, hürmetle yâd edilmeye layık bir klas duruş hikayesi bu.
Sosyal medyanın zararları bahsinde hepimizin söyleyecek bir sözü var. Yazıldı, çizildi, araştırmalar yayınlandı, konuşmalar yapıldı bu konu hakkında. Faydaları yok mu, vardır elbet, onlar da dile getiriliyor, biliniyor. Fakat bendeniz, zarar hânesine yazılabilecek, daha evvel hiç dile getirilmemiş bir meseleyi tartışmak istiyorum bu yazıda.
Siyasetçiler başta olmak üzere, bürokratlar, iş adamları, yazar çizer tayfa, öyle böyle meşhurların pek çoğu; bütün özel günlerde, bütün vefat ve doğum yıldönümlerinde, bütün toplumsal meselelerde bir şeyler yazmak mecburiyetinde hissediyorlar. Kimisi kimi zaman samimiyetle, kimisi şirin gözükmek yahut rant devşirmek için, kimisi muhtemel baskının def’i niyetiyle, kimisi bilmem hangi sebepten yazıyorlar da yazıyorlar, paylaşıyorlar da paylaşıyorlar. Hiç sevmedikleri bir yazarı saygı ve minnetle anıyorlar, alnı secde görmemiş bir siyasiyi rahmetle yad ediyorlar, mukaddeslerinin ırzına geçmeye teşebbüs edenleri ‘mekanı cennet, makamı âlî olsun’ ezberiyle hatırlıyorlar, ruh köklerinden koparılışlarının yıldönümlerinde bayram sevinciyle tweetliyorlar, anlam dünyalarında karşılığı olmayan güncükleri asla es geçmiyorlar, yaptıkları işler ve yaşadıkları hayatla tezatın tam karşılığı olan hâdiseleri yeni işler yapabilmek umuduyla, o işleri kendilerine verecekleri memnun etmek gayesiyle perestişe varan güzellemelerle paylaşıyorlar; farkına varmadan yamuluyorlar, kızdıklarına dönüşüyorlar, sabitelerini yitiriyorlar, -affedersiniz ama söylemezsem çatlarım- tedricen yavşaklaşıyorlar!
İnandığın gibi yaşamazsan yaşadığın gibi inanırsın diye içini boşalttığımız, söyleye söyleye ne anlama geldiğini hatırlamaz olduğumuz bir fehva var. Uyarlayınız: İnandığın gibi yazmazsan yazdığın gibi yaşamaya başlarsın! Fark etmeden takiyyeci olup çıkıyoruz, başkalarının mevzuuna maydanoz olacağız derken kendi durduğumuz mevziyi kaybediyoruz, farkında mısınız? Necip Fazıl’ı vefat yıldönümünde hayırla yâd edenler, Necip Fazıl’ın ömrünü kendileriyle ve ideolojileriyle kavga etmek uğruna harcadığı kişileri de aynı samimiyetle anıyorlar; üç-beş rt, birkaç güzel yorum hatırına sızlatıyorlar kemiklerini Üstad’ın. Diyeceksiniz ki ne var bunda? Kavga etmeyelim, bir olalım, ikisini de ansak ne kaybederiz, çok çektik bu meselelerden. Belki de siz haklısınızdır, bilmem ama iki şey var bunda hiçbir şey yoksa:
Bir mecburiyet sâiki ile o paylaşımları yapmaya mecbur kalanlara diyeceğim çok bir şey yok. Filan kişiyi yahut falanca günü sosyal medya hesaplarında anmasa tepki alacak olan kişileri bir yere kadar mazur görebilirim. Ama tabir-i âmiyane ile zurnanın son deliği mesabesinde, o günü yahut o kişiyi anmasa kimsenin ‘neden hatırlamadı?’ diye aklına bile gelmeyecek kişiler önce kendilerine sonra inandıkları değere karşı bir parça samimi olsalar ve o paylaşımları yapmasalar çok daha doğru bir şey yapmış olmazlar mı?
Hem, bir şey yaparak onursuzlaşmaktansa onurlu kalmak için hiç bir şey yapmamak daha kolay ve daha güzel değil mi?