Demokratikleşme süreçleri ve tüketim toplumunun değerleri, kadim siyâsetin yerleşik kalıplarını bir hayli aşındırdı. Modernliğin hediyesi olan ve reelpolitik aklı temsil eden devlet adamlığı karizmatik otokratlıkla, moralpolitik aklı temsil eden demokratik siyâsetçi ise komedyenlikle eşlendi. Bunlar uçları veyâ kutupları oluşturuyor. Ne ilk profile ne de ikincine uyan çok sayıda silik ara tip de mevcut.
Siyâsal kültürünün derinliği ile müftehir olan Avrupa’nın yakın zamanlardaki siyâsal kariyer trafiğine bakmak tek başına yeterli. Meselâ İngiltere’ye bir bakalım: Plastip show’dan fırlamış yüz hatlarıyla Tony Blair’den Boris Johnson’a sahnedeki siyâsetçi profilini; Chamberlaine, hattâ Churchill ile mukayese etmeye kim cesâret edebilir? Fransa’da kim göğsünü gere gere Sarkozy veyâ Macron’un, De Gaulle veyâ Valéry Giscard d’Estaing’a lâyık halefler olduğunu iddia edebilir? (Fransa’nın sâbık Cumhûrbaşkanı Holland, tipik olarak silikler listesini temsil edebilir. Gordon Brown, Theresa May gibiler ise İngiltere’nin silikler listesini oluşturuyor). Berlusconi tek başına İtalya’nın yüzünü kızartmaya yeter. Yeni siyâsetçi nesilleri arasında devlet adamı vasıflarını karşılayacak kaç siyâsetçi çıkar acaba?
Niyetim reelpolitik ilkelere ve en saf hâliyle devlet adamı profiline methiyeler düzmek değil. Elbette bu profile sığan şahsiyetlerin dünyânın başına açtığı belâların farkındayım. Onların tekelci, mutlakçı, dayatmacı konumlarını aşındıran demokratik siyâsetçiler kuşağının, târihe; daha doğrusu insanlığa ne kadar büyük bir katkıda bulunduklarını reddedecek değilim. Benim dikkâtimi çeken husus, iki ideal tip arasında yaşandığını, neticede her iki örüntüyü de aşındırdığını düşündüğüm geçişler.. Bu geçişler ideal değil, reel durumlara işâret ediyor.
Asık suratlı, aristokratik edâlı modern devlet adamını, romantik duyguların yansıdığı yüz hatlarına sâhip, sâdelik sadedindeki davranışlarıyla tezâhür eden demokratik siyâsetçiyi karşılıklı olarak aşındıran tesirin popülizmden neşet ettiğini düşünüyorum. Popülist dalga, sâdece modern devlet adamlığını değil bizzât demokratik siyâsetçiyi de tehdit ediyor. Modern seçimler demokratik kaygılardan, ona kolaylıkla katışan, karışan popülist duygusallıklar üzerinden şekilleniyor. Modern siyâsette meşrûiyet sağlayan değerlerin demokratik olmaktan çok popülistik bir mâhiyeti olduğunu düşünüyorum. Popülizm, konvansiyonel devlet adamına yeni roller yüklüyor. Onun alışılan rol kalıplarını, tarz-ı tavrını sarsıyor. Modern devlet adamlığı, meşrebinin sağ veyâ sol olması hiç mühim değil, karizmatik temelde popülizme başvuruyor. Otokrasi, mâlûm, iktidârını kendisinden almak mânâsına gelir. Modern otokratta, XIV. Louis’yi boşuna ararız. Modern otokrasi klâsik örüntüsünden farklı olarak, dolaylı olarak inşâ edilir. Karizmayla beslenir. Bu kanalı yönetmek ise otokratın ve onu çevreleyen kadroların maharetine kalmıştır. Eğer yönetemezse onun altında kalır; yönetebilirse tutunur. Putin, elhak ikinci gruba giriyor. Lâtin Amerika ise bu süreci yönetemeyen ve savrulan çok sayıda liderin çöplüğü gibidir.
Demokratik siyâsetçi ise popülist dalgadan en fazla zararla çıkan tarafı oluşturuyor. Reelpolitik bir bağışıklığı olmadığı için kolayca popülist hastalıklara açık hâle geliyor. Bu bâdireyi en fazla silikleşerek atlatıyor. Daha çok da palyaçolaşıyor. Zelenski’nin ilk bakışta kimilerine tuhaf gelebilecek kariyeri bir sahne değişimidir aslında.