Türkiye son on senelerde en büyük göç merkezlerinden birisi hâline geldi. Aslında göç meselesine alışkın bir milletiz. Osmanlı devletinin çözülme süreçlerinde, başta Balkanlar olmak üzere kaybedilen topraklardan kaçan, uzaklaşmak zorunda kalan milyonlarca Müslüman, elde kalan topraklara, Anadolu ve Trakya’ya göç etti. Çarlık Rusya’sının zulmünden kaçan başta Kafkasyalı Müslüman unsurlar da buna dâhil oldu. Bu meyanda, Anadolu’nun çok sayıdaki otokton Hristiyan ve Yahudî topluluğu da buraları terkedip dünyânın başka coğrafyalarında kendilerine yeni vatanlar edindiler. Çok hüzünlü insanlık hikâyeleri bunlar. Çeşitli edebiyatlar bu süreçlere alâka duydu duymasına. Ama, çok defâ tek taraflı suçlamalara dayalı, intikam amaçlı siyâsal husûmet duyguları üzerinden sayısız ikinci sınıf romanlar yazıldı, sayısız kiloluk filmler çekildi. Ama ne hikmetse, bu süreçleri çok taraflı ve ihâtalı bir şekilde anlatan, klâsikleşmiş, kültleşmiş bir eser meydana getirilemedi.
Kabûl edelim ki, Türkiye’deki yabancılar siyâseti iyi yönetilemedi. Sayı istiab haddini aştı. Üzerine, dünyanın da yaşadığı ağır ekonomik kriz bindi. Oyun artık işlemiyor. İç kavgalarımıza bir de yabancılar kavgası eklemleniyor. Daha doğrusu, iç kavgalarımızı yabancılar üzerinden yapmaya başladık. “Kalsınlar, bildiklerini okusunlar, bir şey olmaz” demenin kolaycılığı ile “toplayıp hepsini gönderelim” demenin kolaycılığı ortaya sıfır toplamlı bir netice çıkarıyor. Gâliba yapılması gereken, yeni bir göç siyâsetini oluşturan, uzmanlardan oluşan bir Göç Bakanlığı tesis etmek ve kısm-ı âzâmının kalacağı belli olan bu insanların entegrasyonu husûsunda ciddî adımlar atmak….