|
Hikâyeler (1)…

Beşeriyetin târihi sâdece bir tecrübeler manzûmesi değildir. Beşeriyet, tecrübelerini bir şekilde “hikâyeleştirir” de. O hâlde şöyle demek daha doğru olacaktır: Târih, tecrübelerle onların hikâyelerinden oluşur.


Hikâye kavramını sâdece edebî bir türü anlatmak için değil; en geniş manâsıyla kullandığımı belirtmeliyim. Türler değişiyor. Ama hikâye etme olgusu sâbit kalıyor. Meselâ mitoloji bir tür hikâye etme tarzıdır. Mitolojilerle esaslı bir hesaplaşmaya girişmiş olan modern bilimcilik; hikâye etmeyi küçümsedi ve bir kavram olarak reddetti. Bunun yerine “bilimsel" sıfatlı olarak “theoria”yı koydu. Modernler teoriyi, insan zihnini, yanılsamalarla dumûra uğrattığına inandıkları hikâyelerden kurtaracak bir yenilik olarak selâmladı. Ama gidişât öyle olmadı. Bunun esaslı bir kaç sebebi mevcuttur. İlk olarak Newtoncu olandan Einsteincı; oradan da Heisenbergci olana; tekmil paradigmatik dönüşümler -isterseniz buna savrulmalar da diyebilirsiniz- bilime olan imânı zedeledi. Bilim felsefecisi Popper’ın işâret ettiği üzere “bilimin yanlışlanabilir” olması; onun sarsılan konumunu tahkim etmedi. Tam tersine bilime olan inancı ve bilimden yana olan beklentileri sınırlandırdı. Belki de, bu gelişmeden sonra, esas olarak yanlışlanan bilim karşısında yanlışlanması mümkün olmayan inançlar ve efsâneler mevzilerini tahkim etti.

İkinci olarak Heidegger gibi filozofların da çok üzerinde durduğu üzere, bilimsel târih ile teknik (teknolojik) târih arasında yaşanan beklenmeyen rol değişimi ve bunun yol açtığı felâketli neticeler, bilimsel hayâta olan güveni de sarsmıştır. Bilim teknolojiye hâkim olacakken; teknoloji bağımsızlaşmış ve bilimsel hayâta hâkim olmaya başlamıştır. Bu sebeple, iyi kötü ahlâkî normlara sâhip olan bilimcilik(scienticism) ucuzlamış ve teknolojizme evrilmiştir.

Hâsılı, bilimsel teorilerin de nihâyetinde birer hikâye etme işi olduğunu anladık. Fark etmiyor; elimizde efsânelerden felsefî düşüncelere; bilimden doktrin ve ideolojilere, hayli zengin bir hikâye repertuarı ve onların sayısız yorumu mevcût. Bunun gerçekten de beşere özgü bir zenginlik olduğunu düşünüyorum. Hikâyeler arası farklılıkları elma armut misâli, her nev’i mukayeseden münezzeh tutulması gerektiğini düşünüyorum. Doğrusu îtirâz ettiğim diğer bir husus da; bunların sun’i bir şekilde birbirine eklemlendirilmesi. Meselâ bilimin dinselleştirilmesi kadar, dînin bilimselleştirilmesi…

Son zamanlarda zevkle, sindire sindire okuduğum ve çok beslendiğimi düşündüğüm bir kitâptan bahsetmek istiyorum: Karatani’nin “Dünyâ Târihinin Yapısı”.… Yazar bu çalışmasında, daha evvel Transkritik’de işlediği düşünceleri geliştiriyor. Hülâsa edecek olursak Karatani bize modern zamanlarda topun “devlet”-“ulus” ve “sermâye” arasında döndüğünü söylüyor. Doğrusu bu bakış bana çok kavratıcı geliyor...Kitabı okuduktan sonra bu kavrayışın hikâyeler düzlemindeki karşılıklarını düşünmeden edemedim. Evet, aslında cümle modern siyasal hikâyeler bu üçlüye isâbet ediyor.

İsterseniz devletten başlayalım. Ernst Cassirer’in vurguladığı gibi Modern Devlet, paternalist bir hikayeye, efsâneye oturuyor. Modern devlet ve reelpolitik sanıldığı gibi hikâyesiz bir sekülerliğin ürünü değil. Nitekim Machiavelli’nin çırılçıplak anlattığı modern devlet, Hobbes’da karşımıza mitik bir varlık; yâni Leviathan olarak çıkmadı mı?

Ulusal hikâyeler, veri modern devlet hikâyelerine olan îtirazlardan geldi. Babacıl statüko karşısında artık ona sığmayanlara; evlâtlara göndermede bulundu. Bu sebeple çok başdöndürdü, coşturdu. Açılımı ulusalcılığı aştı. Yer yer evrenselci ve sınıfsalcı oldu. Ulusçularla evrenselciler ve sınıfçılar kendi içlerinde çatıştı. Aldırmayın. Nihâyetinde hepsi bir ulusal-toplumsal hikâye anlattı. Ulusçular ulusu kendi içine kapatmak isteyenlerden çıktı. Evrenselciler ise ulusun sınırlarını büyütmek ve tek bir ulusa ; bir dünyâ ulusuna varmak isteyen idealistlerdi. Sınıfçılar ise ulusları, yatay olarak kesen büyük bir sınıfsal-ulusal ortak paydaya inanıyordu.

Sermâyenin hikâyesi ise sınır tanımaz bir fetiş olarak tezâhür etti. Üretim; ama daha ağırlıklı olarak bir tüketim-refâh hikâyesi olarak tezâhür etti. Şimdilik bu kadarına işâret edelim. Teferruatına gireceğim.

Hülâsa edecek olursak, bu hikâyeler ilişkilidir. Ama asla birbirine indirgenemez. Devletin, ulusun ve sermâyenin hikâyeleri hem çatışır hem de cilveleşir. Ulus nihâyetinde bir devleti olsun ister. Devlet de bir ulusu. Sermâye, yeniden bölüşümü imlediği için devlet ve ulus fikriyle orijinâl olarak barışık değilse de, nihâî tahlilde, bir üretim ve tüketim alanı olarak ulusa ve düzenleyici bir güç olarak devlete ihtiyaç duyar.. Bu cilveleşmeler aslında karşılıklı bağımlılıkların göstergesidir. Ne “onlarla”, ne de “onlarsız” olunamayan ….

Gerek devletin, gerek ulusun hikâyeleri, sert bir zemin üzerinde (egemenlik)uzak bir geçmiş ile uzak bir gelecek(târih) arasında salınır. Arayı ise bir hayli boş bırakır. Bu sebeple idealisttir.Sermâyenin hikâyeleri ise ne gelecek ne de geçmiş tanır. Sermâye için zaman “bugün”, zemin ise işlemsel akışlarının süregittiği her coğrafyadır.. Sermâyenin hikâyeleri, ne geçmişçi (passeist) ne de gelecekçi (fütürist) olamaz. O güncelcidir (aktüalist).

Devam edeceğiz….

#Türkiye
#Hikaye
#Hayat
6 yıl önce
Hikâyeler (1)…
Kamu tasarrufu
BİT’lere kadrolu işçi alımında acilen tedbir alınması gerekiyor
Tarih bizi çağırıyor ama biz birbirimizle boğuşuyoruz!
İYİ Parti kongresinin kazananı kim
Şule öğretmen ve yeni maarif modeli