|
Yüzüncü yılında Cumhuriyet
28 Ekim 1923’te Gazi Paşa’nın Çankaya’ya davet ettiği isimlerle yaptığı bir toplantıda “Efendiler yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz” demesinin üzerinden bir asır geçti. Yüz yıllık sürecin muhasebesi açısından bir milat anlamına gelen bu çıkış, hiç kuşkusuz bir günde alınan bir karar değil. Son dönemde Şükrü Hanioğlu’nun “Atatürk: Entelektüel Biyografi” eseri üzerinden daha geniş bir düzleme oturan bu bağlam, Cumhuriyetin ilanı süreci ve kurucu felsefenin arka planını görmemize yardımcı olmaktadır. Bu açıdan Hanioğlu’nun, Atatürk’ün entelektüel kimliğinin oluşmasında Fransa tecrübesine yaptığı atıflar, Türkiye’nin yüz yıllık serüvenini anlamada önemli bir yer işgal etmektedir. Hanioğlu’na göre; Atatürk’ün askerlik dönemindeki Fransa gezisi ve Fransa’nın siyasi tecrübesi, Gazi Paşa’nın zihnindeki modern Türkiye’nin yol haritasını oluşturmasında oldukça etkili olmuştur. Öyle ki
Atatürk’ün Fransız 3. Cumhuriyetine yönelik ilgisi ve rejimin pozitivist karakteri, Türkiye’de sosyo-politik alanın şekillendirilmesindeki ana amillerindendir.
Bu nedenle, Cumhuriyet fikrini ortaya atan Atatürk’ün düşün dünyasını şekillendiren unsurların ne olduğunun anlaşılması, Türkiye’nin yakın tarihine ilişkin çözümlemelerin niteliği açısından önemlidir.

Erken Cumhuriyet ve Kapsayıcılık

Erken Cumhuriyetin ilk yılları, yeni rejimin karakterinin anlaşılması açısından önemli bir laboratuvardır. Nitekim, yeni rejimin kendi meşruiyetini üretme çabasındaki en önemli ayrıntı, bir tür ancine-regime yaratılmasıdır. Eski ve yeni arasında katı bir dikotomi yaratarak eskiye dair olan her şeyi dışarıda bırakan kurucu felsefe, yeni olanı tanımlarken eski ile her zaman bir çatışma içerisinde olmuştur. Nihayetinde eskiye dair olan her şey ya da daha genel bir ifadeyle gelenek, modernin karşısında ve modernliğe engel olarak yorumlanmıştır. Bu açıdan geniş kitleleri temsil eden düşün ve inanç dünyasının yeni rejimdeki karşılığı çok da olumlu değildir. Özellikle rejimin ana bileşenlerinden biri olan laikliğin yorumlanma biçimi, özgürlükleri ön plana çıkartan bir anlayıştan daha ziyade dışlayıcı ve müdahaleci bir pratik üretmiştir.

Benzer bir sorun alanı da rejimin karakteri ile yönetim pratiği arasındaki uyumsuzlukla ilgilidir. Monarşiye yani hanedanlığa karşı halkın kayıtsız şartız iktidarı olarak tarif edilen Cumhuriyetin pratikte bekleneni ortaya koyamadığı düşünülmüştür. Uzunca bir süre tek parti iktidarı ile yönetilen Türkiye’de, halkın iktidarının yeterince etkili olamadığı hatta halk olarak kabul edilen geniş toplumsal kesimlerin dışarıda tutulduğu bir siyaset benimsenmiştir. Merkez-çevre ikiliği olarak da okunabilecek bu yönelim, geniş kitleleri dışarıda bırakarak Cumhuriyet teorisini aşındıran bir pratiğin gündem olmasını beraberinde getirmiştir. Çevrenin merkeze doğru ilerlediği dönemlerde ise merkezi tutan kuvvetlerin mukavemeti söz konusu olmuş ve demokratikleşme süreci birçok kez kesintiye uğratılmıştır. Dolayısıyla Fransa Kralı 14. Louis’nin “devlet benim” fikrinde temellenen mutlak monarşiye karşı Cumhuriyeti savunan yeni rejimin siyasal alandaki karşılığı teori ve pratik arasında bir tenakuz yaratmıştır. Bu nedenle
Cumhuriyetle birlikte “ümmetten millete, kuldan vatandaşa” geçildi söylemi, özellikle erken dönemde ancine regime temelinde şekillenen bir retorikten öteye gidememiştir.

Bu açıdan demokrasi Cumhuriyet açısından tamamlayıcı bir bileşendir. Aksi halde 1908 sonrası 2. Meşrutiyet döneminde oluşan görece özgürlükçü ortamın Cumhuriyetin ilk dönemlerinden nasıl daha demokratik olduğu konusunu anlamamış oluruz. Ya da monarşi ile yönetilen İngiltere veya Belçika’daki demokrasi tecrübesinin Cumhuriyet olmaksızın nasıl mümkün hale geldiğini gözden kaçırmış oluruz.


Cumhuriyetin Demokratikleştirilmesi

Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz yıllık tecrübesindeki esas konulardan biri, temel hak ve özgürlükler konusunda yaşanan sorunlardır. Nihayetinde halkın kayıtsız şartsız iktidarı olarak tarif edilen bir sistemde, bütün toplumsal kesimlere temsilde adaletin sağlanması ve temel haklar konusunda tutarlı olunması beklenir. O sebeple ki henüz Cumhuriyet ilan edilmeden teşekkül ettirilen Birinci Meclis’in Kurtuluş Savaşı ve olağanüstü koşullardaki performansı Türkiye açısından anlamlı bir tecrübedir. Nitekim farklı fikirlerin kendisine yer bulabildiği, bütün hararetli tartışmalara rağmen Türkiye’nin bekasına odaklanıldığı bu Meclis, Ahmet Demirel’in ifadesiyle, Türkiye tarihindeki en demokratik Meclislerden birisidir.


İkinci Yüzyılda Güçlü Türkiye
İsmail Kara’nın “Şeyh Efendi’nin Rüyasındaki Türkiye” kitabında resmettiği Türkiye, temel çatışmaların anlaşılması adına önemlidir. Rüya metaforu üzerinden ortaya koyulan tablo, rejimin baskıcı ve otoriter tavrına rağmen rejimle barışık bir düzenin varlığının tercih edildiğini göstermektedir. Buradaki gaye, kuvvetli eleştirilere rağmen rejimi ayakta tutmak ve gerekli koşullarda ıslah mekanizmasını harekete geçirmektir. Bu nedenle rejimin belirli tehditlere maruz kaldığını söyleyerek bu söylem üzerinden bir çatışma yaratma kültürünün son bulması ve Türkiye paydasında buluşulması güçlü ve demokratik bir rejim için olmazsa olmazdır. Son olarak
Türkiye’nin maruz kaldığı güvenlik eksenli meydan okumalara cevap verebilmesi ve ikinci yüzyılda küresel bir güç olabilmesi, bütün toplumsal kesimlerin kapsama alanında olduğu ve halk egemenliğinin daha fazla hissedildiği bir demokratik Cumhuriyet ile mümkün olacaktır.
Aksi durumda Cumhuriyet, belirli bir topluluğun ya grubun iktidarında dışlayıcı bir sistem de üretebilmektedir.
#Politika
#Cumhuriyetimizin 100. Yılı
#Turgay Yerlikaya
10 ay önce
Yüzüncü yılında Cumhuriyet
Eyvahlar olsun: “Libya’da laiklik elden gitti!”
Ve gelecek geldi: Sadece “alo” diyecektik değil mi?
Vatana hizmet tertibinden maaşa bağlanan şâirimiz
Netanyahu soykırımı Batı Şeria’ya taşırıyor
Çorum kampımız da rüya gibi geçti “beşinci mevsim” gibi… (2)