|
Halkın egemenliğine “şirk koşmak”

“Cumhurbaşkanını halkın seçmesi demek TBMM''ye yani halkın egemenliğine şirk koşulması demektir.” Böyle diyor Deniz Baykal 32. Gün''de Mehmet Ali Birand''la konuşmasında. Gerekçesini de şöyle açıklıyor: “Çünkü kayıtsız şartsız egemen olan halk bu egemenliği TBMM yoluyla kullanır. Halk tarafından seçilmiş bir cumhurbaşkanı “çok güçlü olacağı için” bu egemenliğe ortak olacak. Bu da egemenliğin kullanımında bir ikilik meydana getirir. Meclisin dışında egemenliği büyük yetkilerle kullanan başka bir odağın oluşması Türkiye Cumhuriyetinin sistemini baştan aşağıya değiştirmesi demektir”.

Ne kadar ilginç sözler değil mi? Meclis iradesi konusunda bir anda peydahlanan bu “muvahhit duyarlılığı” da nerden çıktı şimdi diye sormak hakkımız?

Öyle ya, sanki halk tarafından seçilmemiş olduğu halde Cumhurbaşkanının şimdiki yetkileri az imiş gibi. Sanki Cumhurbaşkanı Meclis de dâhil bütün sistem üzerinde bir vesayet kullanmıyormuş gibi. Hatta sanki birkaç gün önce Meclisi kendi başına bir karar veremeyecek hale getirip onun üzerinde bir “kurumlar vesayeti”nin bir “yargıç vesayeti”nin fiili durumunu sağlayan bizzat Baykal değilmiş gibi.

Hâlbuki Meclis üzerinde kendi marifetiyle gerçekleşen fiili durum Meclisin otoritesine şirk koşmakla kalmadı onun egemenliğini alenen “inkâr” eden sürecin yolunu açtı. Şimdi gündemde tekrar Meclisin otoritesini restore etme çabaları var. Bu çabalar başarıya ulaşmazsa asıl o zaman görün nasıl bir millet egemenliğinin münkirliği kaplayacak ortalığı.

Bu arada Baykal''ın diline bir anda dolanan dinî terminoloji acaba Yaşar Nuri Öztürk''le olan kısa beraberliğinde ondan aldığı derslerin bir ürünü müdür? Mesela DSP ile ittifak modeli için bir “mut''a nikahı” ile yetinemeyeceğini de söylüyor, illa ki Katolik nikahı istiyor (gerçi burada cinselliğin dili de giriyor işin içine ama bunu geçelim şimdilik). Siyaset ile ilahiyatın alanını gittikçe birbiriyle bağdaştıran bir dille konuşuyor Baykal. Benim fark ettiğim o. İktidar kavrayışını bir tür ilahiyat gözlüğü belirlemeye başlamış. Kendilerini siyasette ilah gibi görenlerin yanından konuşuyor. Sözleri mutlak. Tartışılmaz. Bu ses tonuna da ilginç bir biçimde yansıyor: otoriter, öfkeli, mutlakıyetçi. Konulması gereken bir istisna varsa yasalara, icabını da o bilir, istisnayı da o koyar. Gerçekten tam bir tanrısal “egemenlik” pozisyonudur bu

Ne diyordu ünlü siyasal ilahiyat tartışmasının mucidi Carl Schmitt?: Egemen olan, istisnayı koyandır. Var olan yasalarda sıra dışının ne olduğuna hükmedebilen ve rutini keyfi bir biçimde bozabilendir egemen olan ve egemenlik modern toplumlarda seküler bir ilahiyatın diliyle ifade edilir. Siyasal terminoloji ile ilahiyatın terminolojisi o yüzden karışır birbirine. İstisnayı Meclis''e değil başkalarına koydurmakla millet egemenliğini inkâr etti Baykal.

Oysa Schmitt''in siyaset felsefesinden getirdiği bu modelin, Baykal''ın el attığı İslam tarihi alanında çok daha veciz ve çok daha basit bir karşılığı vardır:

Hz. Ömer İslam''la şereflendikten sonra Cahiliye dönemi hakkında hatırladıkça birine üzüntüsünden ağladığı diğerine ise -traji-komikliğinden dolayı- güldüğü iki şeyden bahseder. Üzüntüden ağladığı şey, kız çocuklarını “diri diri” toprağa gömmeleri. Güldüğü şey ise kendi elleriyle helvadan put yapıp ona tapmaları, acıkınca da onları yemeleri.

Baykal ve müttefik “kurumlar”ı için öyle görünmüştür ki, genel olarak Anayasa veya Anayasa hükümleri işine gelmeyince kolaylıkla ihlal edilebilecek önemsiz şeylerdir. 367 şartı ilk başta herkese tamamen fantastik bir fikir gibi gelmişti. Ama CHP ve “müttefik kurumlar” ağırlıklarını koydu ve bu fantezi gerçek oldu. İstisna koymaya bile ihtiyaç duymaksızın, Anayasa metninin lafzı eğilip bükülerek, tahrifat yapılarak akıl-dışı olan fiili bir durum haline getirildi.

Anlaşılıyor ki, bu zihniyet hiçbir zaman kendini hiçbir kutsala sonuna kadar bağlı görmüyor. Kutsallar ancak başkaları üzerinde bir baskı ve bir egemenlik kurabilmek için yüceltiliyor. Kendileri ise ilk ihtiyaç duydukları anda onları hemen askıya alabilecek durumdadırlar.

Bakmayın Atatürk dediklerine, Cumhuriyet, demokrasi, hukuk, anayasa dediklerine. Bunların hepsi işlerine geldiği ölçüde sahip çıktıkları şeylerdir. Yoksa ne Atatürk''e ne Cumhuriyete ne, demokrasiye, ne hukuka ve ne de Anayasaya inandıkları vardır. Bunların hepsini işlerine geldiğinde hemen üzerinde istedikleri değişikliği yapabildikleri, acıktıklarında yiyebilecekleri helvalar gibi görüyorlar. Bu duruma, umarız ki, çok yakın bir zamanda hatırladıkça güleceğiz.

Ama yine hatırladıkça hep üzüleceğimiz bir şey daha var ki, o da Ömer''in cahiliye tablosunu tamamlıyor. Başörtüsü yasağına lütfen bir de bu açıdan bakın. Bütün faturası tamamen kadınlara kesilen, onları diri diri evlerine veya makûs kaderlerine gömen bir uygulama olduğunu göreceksiniz.

İrtica mı diyordunuz alın size 15 asır öncesine irtica. Memlekete lazımsa onun da dik âlâsını yapıyorlar zaten.

٪d سنوات قبل
Halkın egemenliğine “şirk koşmak”
Yüz yıl sonra: Gazze, Müslümanları “bir” olmaya çağırıyor
Seçimi bırak sahaya odaklan
İsrail yalnızlaşırken Starbucks’ın açıklayamadığı gerçek
Sîdî Ukbe Ulucamii Müslüman Batı dünyasındaki dini yapılarının atasıdır
Randevu sistemi, kamu iletişimi ve ötesi