|
Siyaseti “merkeze götürmek”

Seçimlere doğru, bütün partilerin kendilerini bir parti olarak kuran, var eden, kendi organik seçmenleriyle (veya tabanlarıyla) irtibatlarını en aza indirecek isimleri doldurmakta yarıştıklarını izliyorsunuzdur.

Bütün partiler bir “süpermarket” gibi siyasal yelpazenin her kesiminden birer numune barındırma gayretine düşmüş.

Herkes Türk siyasetine Turgut Özal tarafından sokulan “dört eğilim”i birleştirme hurafesine kapılınca, “kalmıyor aslında hiçbirinin diğerinden bir farkı”. Ama yine de birisi CHP''dir, birisi MHP''dir, birisi DP''dir birisi AK Parti''dir.

Söylem derseniz, CHP çok uzakta da olsa biraz iktidar ihtimali gördüğünde hemen AB ve liberal ekonomik politikalarına olan sadakatini ilan etmiş. Ama bunu siyasal tabloda yerleştirildiği soldan değil, aksine zaten hiç bulaşmamış olması gereken ulusalcı çizgisinden uzaklaşarak yapıyor.

Partilerin her biri bu kadar farklı unsuru barındırıyorsa siyasal tartışma için parlamentoya ne gerek var? Toplumun farklı kesimleri parlamento içinde temsil edilmek yerine partiler içinde temsil ediliyorlar nasılsa. Her parti kendi içinde bütün Türkiye''nin kompozisyonunu oluşturmaya çalışıyor. Garip bir durum yaratıyor bu. Partiler siyaseti mümkün kılan herhangi bir fark iddiasıyla değil, farksızlık iddialarıyla birbiriyle yarışıyorlar. Belki kimsenin söylemeye dili varmıyor olabilir ama bu açıkça siyasal sistemin kişiliksizleşmesinin bir işaretidir. Hiçbir parti hiçbir siyasal fark ortaya koymaya cesaret edemiyor.

Herkes “merkez” denilen, ne idüğü belirsiz bir iktidar ideolojisini işletmenin peşinde. Merkez siyaseti ise tam da bundan dolayı, zannedildiği gibi herkesi kucaklayan bir siyaset değil, herkesin özgürlüğünden, herkesin farkından bir şeyler alıp götüren ve sonuçta herkesi bir miktar kişiliksizleştirerek işleyen bir siyasettir. Bu yüzden siyasetin yutulduğu bir kara delik haline geliyor merkez. Yani kelimenin halk arasında bildiğimiz anlamıyla merkez, girenin dövüldüğü yer oluyor.

Merkeze geçmek uğruna herkes birbirine benzemekte yarışırken, siyasal alanın kırmızı çizgileri giderek yürümeyi de zorlaştıran kırmızı alanlara dönüşüyor. Kırmızı çizgilerden bırakınız ilerlemeyi adım atacak yer kalmamıştır. Ne başörtüsü sorunu, ne Kürt sorunu, ne terör sorunu, ne Kıbrıs sorunu, ne AB sorunu, ne askerin siyasete dahli konusu… Hangi alana elinizi atsanız merkezde belirlenmiş kırmızı alanlara basmış olursunuz.

Günlerdir AK Parti''nin aday listelerinin Milli Görüş çizgisini nasıl tırpanladığı yazılıyor. Buna mukabil listeye yeni dâhil olanların partiyi merkeze taşıma işlevinden bahsediliyor. Ama AK Partinin bu çabaları bile merkezin doğal veya “onursal” ruhbanlarınca hiçbir kıymet ifade etmemeye devam ediyor. Erdoğan ne yaparsa yapsın kendisi Milli Görüş geleneğinden geldiğine göre AK Parti''nin merkez partisi olma şansı yoktur. İşte merkezin ruhbanlarının nihai fetvası budur.

Merkezin tanımı siyasette sol ve sağ tutumlara göre belirleniyor. Oysa siyasetteki sürpriz sayılan transferlerle birlikte sol ve sağın anlamı iyice bulandı. İdris Küçükömer''in bugünlerde de sıkça anılan “Türkiye''de sol kesimlerin aslında sağcı olduğunu” tespit ettiği tez aslında sanıldığından daha karışık bir soruna işaret ediyor. Sorun sadece Türkiye''de sol ve sağ ekseninin birbirine karışmış olması değildir.

Birincisi, solun veya sağın kendini mukayyet saydığı bir kitabının olmamasıdır, her türlü siyasal tutuma (otoriterlik, devletçilik, oportünizm, sermayecilik, adaletçilik, eşitlikçilik vs.) her biri sarılabiliyor ve bunda hiç de zorlanmıyor. Bu “kitapsızlık” sorunu ayrı bir yazıyı daha gerektirdiğinden geçelim.

İkincisi, Sol ve sağın, dolayısıyla da “merkez”in, Türkiye''deki siyasal tutumları başından beri ifade etmemesi sözkonusudur. Türkiye''deki çatışmalar sol ve sağ eksenine oturmadığı için merkezin tanımı da sadece bir “siyasal abra kadabra” oyununa hizmet ediyor.

O yüzden, toplumun neredeyse yarısının oyunu almaya aday bir parti varken hâlâ kendilerini sağın veya merkezin doğal adresi veya sahibi olarak görenler var.

Sizce burada kast edilen hangi merkezdir? Demirel, Özal''ın ardından cumhurbaşkanı seçildiğinde ilk beyanını, “memlekette yerinden oynamış taşları tekrar yerine oturtma” misyonunu tanımlayarak yapmıştı. Ağar ve Mumcu ise siyaseti tamamen silahlı veya silahsız güç odaklarının tayin ettikleri dengeye teslim olarak aynı misyonla yapacaklarını gösterip duruyorlar. Böylece, merkezden bizim anlamamız değilse bile siyasetçinin teslim olması beklenen noktayı da gösteriyorlar. Merkezde durmanın anlamı böylece siyasetten ve kişilikten arınmaktan başka bir şey değildir.

Daha açıkçası bu merkez topluma ait değil, herkesin hizaya sokulduğu devlete ait bir yerdir.

Partiler merkeze çekildikçe siyasetin daha fazla yumuşayacağı söyleniyor ya. Bu da düz mantık. Gerçekte hiç de böyle olmuyor. Asıl partiler birbirine benzedikçe gerilimin daha çok arttığının en iyi örneklerini yaşıyoruz. Belki bu olumlu bir şeydir: bir yerde öldürülmeye çalışılan siyaset bu şekilde hortlamış oluyor.

Demek ki, bu durum, siyaset ihtimalinin hiç de ölmediğini, birileri teslim olmaya dünden razı olmuşsa bile, yeni bir oyun için yeni bir perdenin her zaman açılacağını gösteriyor.

17 yıl önce
Siyaseti “merkeze götürmek”
Türkiye, en güvenilir rota
Steril muhafazakarlığın kurbanları
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı