|
Bilenlerle bilmeyenler

“De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 9)

Bir önceki yazımızı şu cümle ile noktalamıştık: “Ehl-i Sünnet’e tâbi olmanın, özlenen düzenin esasını tesbit için çalışmanın, öncelikle bir disipline, bir otoriteye ve bir hiyerarşiye bağlı olması gerek-şarttır.



Bu hususta İsmail Kara’nın verdiği bilgileri özetliyorum (Müslüman Kalarak Avrupalı Olmak, Dergâh Yay., 2017). Merak edenler, metnin tamamı ile çok önemli dipnotlarını görrmek isteyenler esere müracaat etmeli.

İşin başında “dinin otoritesi” ile “dinî otorite” arasında bir tefrik yapmaya ihtiyacımız var zannediyorum. “Dinin otoritesi” dediğimizde dinin bizzat kendisinin, vahy-i ilâhînin, sünnet-i seniyyenin ve dinin vâzıı olarak Yüce Allah’ın ve Peygamber Efendimizin otoritesini anlıyoruz. “Dinî otorite”den ise bir şekilde dini, hususen dinî ilimleri, dinî irfanı ve ilim-irfan hamûlesinin mantığını, vicdanını, âdâb ve erkânını temsil eden kişileri yani ulema ve meşayih ile onların eserlerini (müdevvenatı) ve ilim-fikir dünyasını anlamak doğru olur.

Burada “temsil” kelimesinin problem alanlarından biri olduğuna şimdilik sadece işaret edelim. Çünkü günümüzdeki yaygın kabul, ulemanın dini temsil konumunda olmadığı veya İslâmda dini temsil yetkisinin kimsede bulunmadığı, herkesin, bütün Müslümanların bu konuda “eşit” olduğu yolundadır. Bir diğer problem alanı hem “dinin otoritesi” hem de “dinî otorite” hatlarında vazgeçilmez bir unsur olarak yer alan hiyerarşi (silsile-i merâtip) ile alakalıdır. Çünkü modern düşünce, geniş mânada “eşitlik” fikri ve nisbi olarak da bireycilik, hümanizm kavramlarıyla irtibatlı olarak fikren ve fiilen hiyerarşi karşıtıdır. Bu çerçevede Müslüman âlim ve aydınların imtiyazlı ve tanrısal özelliklere sahip sınıfa (Hıristiyanlıktaki ruhbana) karşı çıkmakla ilim-irfan ve ahlâkla temayüz etmiş Müslüman seçkin tabakaya ve onların otoritesine karşı çıkmayı birbirine karıştırdıkları söylenebilir. İslâmda imtiyazlı bir sınıfın olmadığı doğrudur ama seçkinler her zaman vardır; ilim ve maneviyat (takva) seçkinliğin, havas olmanın ölçüsüdür. “Hiç bilenlerle bilmeyenler eşit olur mu?” (Zümer, 39/9) âyetinde eşitliği bozan, bazılarını “herkes” olmaktan çıkaran muhtemelen sadece kümülatif bilgi, malumat yığını değil, onunla birlikte irfan, anlayış ve takvadır.

Dinî otorite dediğimiz şeyin sadece maddî bir temsil olmadığı, bunun arkasında metafizik ve mânevî temellerin yer aldığı, eğer bugün kayıpsa bunların aranıp bulunması, yeniden iktisab edilmesinin farkına varılması şarttır. “el-Ulemâu veresetü’l-enbiyâ” (Âlimler peygamberlerin vârisleridir) hadis-i şerifi, bizce “temsil” kadar bu mânevî ve metafizik temele ve hiyerarşiye de işaret ediyor. Burada ilmin demokratik-eşitlikçi değil hiyerarşik bir karaktere sahip olduğu da hatırlanmalıdır. İlim sıfatı esas itibariyle Yüce Allah’ta temerküz eder, oradan peygamberlere, peygamberler vasıtasıyla insan seviyesine iner, bu seviyede de derecelenir, kademelere ayrılır. İlim ve tarikat silsilelerinin hatta zenaat-sanat (esnaf) şecerelerinin Hz. Peygamber Efendimize, bir peygambere, oradan Yüce Allah’a yükselmesi de bu hatla irtibatlı olmalıdır.

Belki biraz daha vuzuh için anlam ve değer kaybına uğrayan “otorite” (autorité) kelimesi üzerinde durmak gerekecek. Modern dönemin temayülleri, hissiyatı ve icbarları altında yetişmiş kişiler için (biz de onlar arasındayız), otorite (hakimiyet ve nüfuz, vukuf, sulta) öncelikle menfi mânaları, hususen siyasî, idarî ve fiilî baskıları, despotizmi, istibdadı, müsamahasızlığı ve katılığı çağrıştırır; otoriter idare, otoriter baba, otoriter hoca, otoriter dünya tasavvuru gibi ifadelerin hiçbiri ilk bakışta (belki son bakışta da) müsbet çağrışımlar doğurmaz. Hatırımıza hemen geliveren bu mânaların ve ardısıra sökün eden hissiyatın tarihî gerçeklikleri olmakla beraber aynı zamanda yanıltıcıdırlar; bize hakikatın tamamını vermezler.

Ayrıca bu menfi mânalar dönemseldir yani insanlık tecrübesi içindeki tarihi de bizimle irtibatı da yeni (modern)dir: Batıda siyasî olarak aristokratik ve monarşik idarelere karşı demokratik taleplerin, dinî olarak Katolik kilise hiyerarşisine karşı Protestan başkaldırısının ve geniş mânasıyla sekülarizmin; bizde ise siyasî olarak hilafet-saltanat sistemine karşı meşrutiyet, cumhuriyet ve demokrasi taleplerinin, dinî olarak ulemanın, meşayihin ve müdevvenâtın ilmî veya ahlâkî bağlayıcılığına karşı ictihadı (burada ictihad dini anlamada bireyselleşme, otorite karşıtlığı kadar aynı zamanda bir tür red ameliyesinin de işlediği bir süreçtir) öne çıkararak teşekkül eden fikrî veya fiilî muhalif tavır alışların neticesidir.

Halbuki otorite esas itibariyle müsbet bir kavramdır ve –biraz önce ifade edildiği üzere– metafizik ve mânevî kaynakları hesaba katıldığında meşru, lüzumlu hatta dinî-ahlâkî bir kavramdır. Nitekim modernleşme döneminde bile Fransızca “autorité” kavramının, “hüküm, salahiyet, nüfuz, sulta, –dinî mânada– nakil, mesned (aktarılagelen kademeli bağlayıcı bilgi)” gibi müsbet kelimelerle karşılandığını; “autorité scientifique” yani ilmî otoritenin de “sulta-i ilmiye” şeklinde tercüme edildiğini görmekteyiz.

Daha enteresan anekdotlar da var: Fransızcada “autoriser” fiili, tahakküm etmek, hürriyetleri sınırlandırmak gibi bugünkü ilk çağrışımlarının aksine “müsaade etmek, izin vermek, cevaz göstermek, salahiyet vermek” yani yol açmak ve “hürriyet”leri genişletmek mânalarına geliyor. Türkçede nikâh akdi belgesi mânasına kullandığımız izinnamenin Fransızca karşılığı autorisation de mariage olduğu gibi müderrislik icazetnamesi için de autorisation d’enseigner kullanılmaktadır.

Fakat “kim müsaade edecek?” yahut “hangi hak ve yetkilere sahip kişi ve makam izin ve salahiyet verecek?”, nihayet “otorite kim?”

(Devam edeceğiz)

#Ehl-i Sünnet
#Otorite
5 yıl önce
Bilenlerle bilmeyenler
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı
Genişletilmiş teröristan projesi böyle çöktü
İsrail’le ticaret ve Deutsche Welle