|
Türkçe’yi düzgün konuşmak için

Yıllar önceydi. Türkçe-edebiyat öğretmenliği yaptığım bir okulun öğretmenler odasında güya dert yanmaya şöyle başlamıştım:

Defalarca anlattığım, vurgulayarak, tekrar ederek söylediğim halde şu bizim öğrencilere bir türlü doğrusunu öğretemedim. Çocuklar, büyük şairimiz Mehmed Âkif Ersoy’un şiirlerini bir araya getirdiği kitabının adı “Safahat”tır dediğim halde yine yazılı kağıtlarına “sefahat” diye yazıyorlar. Tam bu sırada, bir öğretmen usulca yanıma yaklaştı. Kulağıma eğildi ve yavaş bir sesle sordu:

Sahi hocam, hangisi doğru?

Çok şaşırdım ve içimden, “Cehlin ol mertebesi sehl olmaz” diyerek şu kısa açıklamayı yaptım.

Arapçadan dilimize giren ve ilk harfi “sin” olan “sefahat” kötülük, bayağılık, içki-kumar vesaire düşkünlüğü demektir. Yine aslı Arapça olan Safahat ise, “sat” harfiyle yazılır ki, anlamı da kısımlar, bölümlerdir. Tekili ise “safha”dır. İşte Mehmed Âkif de yedi bölümden oluşan şiir külliyatına bu adı vermiştir.

Üzülerek belirtmek isterim ki, Osmanlı Türkçesinin zenginliğinden bîhaber olan nice meslek erbabı, gerek konuşurken, gerek yazarken böyle fahiş hatalar yapmaktan kendilerini alamıyorlar. Yine teessüfle belirteyim ki, “safahat”la “sefahat”in farkını bilmeyenlere, yüksek kademelerde görev yapan bir takım kimseler arasında bile rastlıyoruz. Allah sağlık, afiyet versin. Yavuz Bülend Bâkiler’den dinlemiştim. Eski kültür bakanlarımızdan biri, bakanlığının faaliyetleriyle ilgili bilgi verirken büyük bir gaf yapmış: “Mehmed Âkif’in Sefahatini, bakanlık olarak yeniden bastıracağız. Ayrıca mezarını da Mısır’dan İstanbul’a getireceğiz.” Eyvah, demek ki biz yanlış biliyormuşuz. Âkif’in kabri, Edirnekapı Mezarlığı’nda değilmiş.

Maalesef, en alt tabakadan alın, en üst mevkilere kadar birçok insanımız Türkçe’yi kötü konuşuyor. Biz, bu memlekette, “veliahd” kelimesini “velihad” diye telaffuz eden başbakan bile gördük. Diğer bir fecaat tablosunu da, böyle yanlış telaffuzların dışında hatalı isimlendirmeler teşkil ediyor. Dün olmuş gibi hatırlıyorum. merhum Üstad Necip Fazıl’ın eşi Neslihan Hanım’ın Rahmet-i Rahman’a kavuştuğu gün, yüksek tirajlı gazetelerimizden birinde şöyle bir ilan yayımlanmıştı: “Merhum Üstad Necip Fazıl’ın kerimesi Neslihan Hanım vefat etmiştir.” Heyhat! Vefat eden hanım, üstadın kerimesi (kızı) değil, zevcesidir.

Zevce nedir, kerime nedir, eski dilde torunlardan, kız kardeşlerden bahsederken hangi anlamlı kelimeler kullanılıyordu, bunlar bilinmezse işte böyle fahiş ve gülünç hatalar ortaya çıkacaktır. Haydi sizi biraz güldüreyim. Bir de, sözüm ona bilgiçlik ve kibarlık taslayanlar var ki, onlar da yanlış ve tuhaf ifadelerle insanları kendilerine güldürüyorlar. Bu tiplerden biri, bir eve misafirliğe gidince, eşini oradakilere şöyle tanıtmış: Hanım efendi de benim “cezvem” demiş. Yani “zevce”yle “cezve”yi karıştırmış. Ne ise, sözü uzatıp biz de cezveyi taşırmayalım.

Dil faciası o kadar büyük boyutlara ulaştı ki, hangi birine temas edeceğime ben de karar veremiyorum. Hele bazı kelimeler telaffuz edilirken ortaya çıkan korkunç hatalar, insanı çileden çıkarıyor. Geçen cuma akşamı -hem de muhafazakâr camiaya ait- bir televizyon kanalında haberleri dinlerken, bu kulak tırmalayıcı telaffuz yanlışlarından biriyle daha karşılaştım. Spiker, Hazreti Mevlânâ’nın vuslatından bahsederken “şebbi ârûz” dedi ve sözüm ona açıklamasını da yaptı. Halbuki bunun doğrusu “Şeb-i Arus”du. Yani “a”nın da, “u”nunda uzatılmadan söylenmesi gerekiyordu. Kelimenin sonundaki harf de “z” değil “s” olacaktı. Bilindiği üzere “Şeb-i Arus”, düğün gecesi anlamına geliyordu.

Ya, şu “hak” kelimesini yanlış söyleyenlere ne dersiniz? Yine iki üç gün önce, hem de Diyanet Televizyonu’nda sohbet yapan hocalardan biri, “hak vâki olduğunda” demesin mi? Tabii ki bu da eksik bir söyleyişti, doğrusu “Emr-i Hak vâki olduğunda” idi. Ölüm Allah’ın emri demiyor muyuz? Her akşam, pandemi haberleri kapsamında sık sık tekrarlanan, ancak yanlış telaffuz edilen diğer bir kelime de “vak’a”dır. Bunu da haber sunucularının hepsi neredeyse her iki “a” harfini de uzatarak söylüyorlar ve tabii ki, böylece cehaletlerini ilan etmiş oluyorlar.

Hele bazı kelimelerin sonuna getirilen bir “it” var ki, kulakların tırmalanması için bire bir. Sait, Ferit, Hamit gibi… Kendine “Kısa kes Mustafa, şişti artık kafa” dedirtmemek için konumuza “câlib-i dikkat” bir fıkra ile son vermek istiyorum.

Şâir-i Âzam Abdülhak Hâmid ile üdebadan ve şerh-i mütûn hocası Prof. Ömer Ferid Kâm bir gün karşı karşıya gelirler ve aralarında dertleşmeye başlarlar. Abdülhak Hâmid der ki: Mirim, âhir ömrümüzde başımıza bu da mı gelecekti? Kime rastlasam adımı bir tuhaf söylüyor. “Hâmid” derken “a”yı uzatmadığı gibi, bir de sonuna “it” ekliyor. Adımız oluyor “Hamit.” Bunun üzerine dostu Ferid Bey şöyle karşılık veriyor: Neyse ki, ben biraz şanslıyım. “Ferid” derken “it”i atıyorum, geriye “fer” kalıyor. Biliyorsunuz, fer, parlaklık, aydınlık ve güzellik demektir. Oysa seninki tam bir facia! “İt”i atınca geriye “Ham” kalıyor. “Ham” “it” olmak ne kötü.

Osmanlı Türkçesini tam öğrenmeden bu dil keşmekeşinden –maalesef- kurtulamayacağız.

#Türkçe
#Konuşma
#Osmanlı
3 yıl önce
Türkçe’yi düzgün konuşmak için
Dövizde çözülme hızlandı: Bir haftada 15 milyar USD
“Evine dönemezsin...”
Antisemitizm, 7 Ekim ve Biden’ın Vietnam’ı
Yangından mal kaçırma: Terör örgütü ABD’den tanınma istiyor!
Unutma sakın!