Bu nedenle de yayıldığı ekonomilerde toplumsal reaksiyonlarla karşılandı. Küresel şirketler, kitlesel protestoların muhatabı haline geldi. Toplumların kültürleri ve değerleri baskı altında kaldı. Ve hatta nihayet globalleşmeden dezavantajlılar da kısmen menfaat elde etmeye başlayınca avantajlılar, avantajlarını kaybetmek endişesine düşüp gidişatı tersine çevirecek hamlelere başladı.
Globalleşmeyi adeta hegomonik gücün ekonomi üzerinden ifade edilmesi şeklinde yorumlayan avantajlılar, onu ekonomilerin yumuşak karnını hedef alan bir silaha dönüştürmeyi meşru da gördü. Birçok ülke ekonomisi sistematik saldırılara maruz kaldı. Para birimleri, finansal sistemleri, ticaretleri, savunma sanayi yatırımları tek taraflı tehditler ve yaptırımlarla sınandı. Örneğin 2017 yılında Suudi Arabistan, o günkü gayrisafi yurtiçi hasılasının yarısına tekabül eden 350 milyar USD büyüklüğünde ve çoğu silah ve askeri mühimmat harcamalarından oluşan anlaşmalar imzalamak durumunda kaldı. Türkiye ekonomisi 15 Temmuz’da verdiği bağımsızlık mücadelesinin bedeli olarak sosyal ağlar üzerinden “stratejik” müttefikinin ekonomik taarruzlarına maruz kaldı. Türkiye bu dayanıklılık testini geçse de küresel sistem ister istemez bir güven bunalımı yaşamaya başladı.
Pandemi sürecinde solunum cihazlarına el konulması, gıda ihracatının onlarca ekonomi tarafından yasaklanması gibi uygulamalar bir kırılıma işaret etti. Diğer taraftan aşıya erişimin düşük gelir grubundaki ekonomiler için imkânsız görülmesi ve her türlü zorlukla boğuşan bu ekonomilerden temel toplum sağlığı güvenliğinin esirgenmesiyle globalleşmenin gerisindeki kapitalist amaçlar küresel ölçekte bir kaygıya dönüştü.
Kirlilik ve iklim problemlerinin asıl müsebbipleri olduğu halde gelişmiş ekonomilerin uluslararası sözleşmeleri imzalamaktan geri durması, nükleer veya biyolojik silahlar gibi araştırmaların bir tehdit unsuru olarak gözü dönmüş bir umarsızlıkla iletişiminin kurulması, küresel sistemi sorgulamaya açtı.
Tüm bu gelişmeler vekâlet savaşlarıyla yükselen istikrarsızlıkla birleşti. Birçok ülke çalkantılı bir ortama itilerek terör egemen kılındı. Ukrayna-Rusya Savaşı ise globalleşme olgusuna dönük sorgulamayı dönülmez biçimde zan altında bıraktı. Yaptırımların muhatabının hükümetler değil, halklar olduğu her defasında böyle olduğu halde ilk defa kavranabilmişti.
Ben şöyle olduğuna inanıyorum; Türkiye, okyanusların yükselmesinin yanlışlığını ortaya koyarak doğru paradigma değerleriyle dünyaya mesaj veriyor. Ve bu mesajın bir karşılığı var.
Ücretler ay başında ödensin
Ücretler konusunu sıklıkla gündeme getirdiğimin farkındayım. Nihayet ücret artışları ile ilgili hükümetten olumlu sinyaller gelmeye başladı. Bu sefer farklı bir yönüyle ele almak isterim. Ücretlerin ödenmesi ile ilgili iki yaklaşım vardır. Birisi talep yönlü diğeri ise arz yönlüdür. Talep yönlü yaklaşım ücreti henüz çalışmadan ödetir. Arz yönlü yaklaşım ise ücret periyodu boyunca çalıştıktan sonra ödetir.
Türkiye’de kamunun, talep yönlü bir yaklaşımı benimsediği değerlendirilebilir. Çünkü kamu, ücretleri çalışma aralığının başında öder. Özel kesim ise ücretleri çalışma aralığının sonunda öder. Enflasyonist ortamda özel kesimin tercihi dezavantajlı görüldüğünden bazen yevmiye bazen haftalık şeklinde ödemeler de yapılır. Ama illa çalışma periyodunun sonunda yapılır.
Belki içinden geçilen zamanlarda ücretlerin kamudaki gibi aybaşında ödenmesinde yarar olabilir. Çünkü ücretliler, mesela kiracılarsa kiralarını, varsa başka harcamalarını ekseriyetle önden ödemeli şekilde yaparlar. Onların bu durumu da göz önüne alınmalıdır.