|
TCMB’nin söyle(ye)medikleri
TCMB’nin yeni ekonomi programı etrafında şekillenen para politikası performansını üç ay izledikten sonra değerlendireceğinin iletişimi kurulmuştu. Fakat bu değerlendirme hem Mart toplantısından hem Nisan toplantısından sonra beklense de sunulmadı. Araya ciddi bir savaşın girmesinin ve buna bağlı olarak global seviyede ortaya çıkan olağanüstü iktisadi gelişmelerin henüz yeterince yorumlanmaya müsait olmayan dinamiklerinin beklenen değerlendirmeyi geciktirmiş olması normal. Gene de Merkez Bankası önemli tespitler yapıyor.
Bir de söyle(ye)medikleri var ki, bunlar belki daha önemli.
Yeni Ekonomi Programının hedefleri,
cari açık üzerinden Türkiye ekonomisi üzerine yazılan kırılganlık hikâyelerinin bertaraf edilmesi, güçlü büyüme ve daha önemlisi güçlü kalkınma şeklinde beyan edildi.

Kim hayır diyebilir ki?

Uygulama planı ise her zaman ve her yönüyle tartışılabilir. Fakat anlaşılan o ki hangi plan uygulanırsa uygulansın Türkiye’de sabote etme gücü çok yüksek olan bir unsur işliyor. İşte, Merkez Bankasının söylemediği de bu. Hedeflerle uygulama planı arasına bu sabotajcı giriyor;
dolarizasyon
(bir ekonominin kendi para cinsinin bulunmaması veya yabancı dövizin yerli dövize tercih edilmesi durumu).
Aslında bu sabote edici problemin olumsuz etkileri gündeme getirilmeden program üzerine
taşı en günahsızın
atması gerekirken hep birlikte güvensizlik oluşturuldu ve oluşturulmaya devam ediliyor. Oysa bu politika teklifine karşı hanehalkı ve işletmeler politika yapıcılarla dolarizasyon üzerinden bir rekabete girmemiş olsa şimdiye kadarki sonuçların zamanlamaya rağmen bambaşka olabileceğini herkes biliyor. Herkes biliyor, kimse söylemiyor. Yani modelin iletişimi yeterli kurulmuş veya kurulmamış olsun, politika seti tartışmalı olsun ya da olmasın modelin muhataplarının
yapmaması
gereken tek davranış dolara geçmekti. Ancak bunun aksi oldu; dolara kitlesel göç.
Model adeta sırtından bıçaklandı.
Böylece Türkiye’de dolarizasyon ipinin ucu elden kaçırıldı. Bu tezime, modeli yamayan unsurun kur korumalı mevduat hesabı olması yeterli bir kanıt olarak görülebilir.
Şunu söylemeliyim ki düşük faizi savunmuyorum, yüksek faize de karşı değilim.
Faize karşıyım.
O yüzden size sunduğum objektif bir değerlendirmeden ötesi değildir.
Teori, faizin düşmesinin kuru yükselteceğini vaz ediyordu. İnsanlar fakat sadece teoriyi takip etmediler. Türkiye’nin korumacı tarafa geçeceği ve kambiyo rejiminin değişeceği üzerine algı operasyonlarına muhatap oldular. Kendi lehlerine olan politika hedeflerine rağmen
kısa vadeli menfaatlere
odaklanmak durumunda bırakıldılar.

Algıları yönetenler şu ikisini de biliyordu; birincisi gelişen birçok ekonomide döviz hesabı açmak sadece dış ticareti bulunan işletmeler, uluslararası şirket yöneticileri gibi bireylere mahsusken Türkiye’de serbestti. Yani Türkiye bu anlamda kendisine fazla güveniyordu. İkincisi de Türkiye’de hanehalkı ve işletmelerin, döviz hesabı açmanın serbest olduğu gelişmiş ekonomilerdekiler gibi kendi ekonomileri aleyhine dövize geçip parasını anlamsız şekilde atıl bırakamayacağı kavrayışının bulunmadığını biliyorlardı.

Böylece art(ırıl)an döviz talebi, TL’nin “aşırı” değer kaybı olarak karşımıza çıktı. Sonra kurdaki değer kaybı bir çıpa olarak kullanılıp
enflasyon ataleti
oluşturuldu. Enflasyon ataleti kur, faiz, enerji gibi faktörlerden artış eğilimindeki bir veya birkaçını kullanarak ekonomide fiyatların artacağı beklentisinin oluşturulup korunmasıdır. Kur artışıyla başlatılan atalet süreci, kurdaki dengelenme sonrası enerji kalemleri üzerine bindirildi. Böylece sanki içinden çıkılmaz bir enflasyon denklemi oluştuğu duygusu yaratıldı.
Oysa Türkiye, ortodoks para politikaları yerine uzun yıllardır rezerv tuttuğu maliye politikası alanını kullanabileceğini düşünüyordu diye anlıyorum. Hem maliye politikası tarafında para politikasına göre özgüveninin çok daha yüksek olduğu ortadaydı. Çünkü Türkiye, 2008 krizi,
pandemi gibi
şoklara
rağmen yıllara sari biçimde merkezi
hükümet borcunun gayrisafi yurtiçi hasılaya oranı hayli
düşük
olan tek kayda değer ekonomi.
Dahası her türlü stres testini geçmiş, mesela 15 Temmuz’daki hain darbe girişimine rağmen 17 Temmuz’da işletmeleri fatura kesmeye devam etmiş ekonomi. Çoğu KOBİ 4 milyon civarı işletmesi, 30 milyon çalışanı olan ekonomi. Çok çeşitli ve çok yönlü, esnek üretim kabiliyeti olan bir ekonomi… Zincir perakendecileri bulunması dahi üretim gücünün bir çıktısı…

Fakat bu dinamiklerine karşın maliye politikaları tarafında da çıkarcıların beslemekten hoşlandığı atalet karşısına dikildi. Tanıttığı maliye politikalarını, neredeyse hiçbir ülke yüksek borçluluk nedeniyle uygulamayı aklından bile geçiremezken üstelik.

Her şeye rağmen, şimdi,
mali disiplin Türkiye’nin konforunu kaçıracak kadar aşınmadan devletin ve toplumun ve işletmelerin kol kola girme zamanı.
Perakende zincirleri de bu dayanışma içine girmek durumundalar. Çünkü küresel büyümenin yavaşlayacağı kanaati güçlendi, barışla enerji fiyatlarının dengelenmesi bekleniyor ve hasat mevsimi yaklaşıyor. Bunlar enflasyonun hız keseceğine işaret eder. Diğer taraftan
Rekabet Kurumunun tespitiyle kesilen kartelleşme cezaları tüketicilere karşılaştıkları mağduriyetin giderilmesi için dava açma hakkı verir.
Benzeri 2013’te rekabeti engellemeleri hasebiyle bankalara kesilen ceza karşılığında mağdurların açtığı binlerce davada görüldü.

Zor oyunu bozar. Haklı olan güçlüdür.

#TCMB
#KOBİ
#Türkiye
2 yıl önce
TCMB’nin söyle(ye)medikleri
Bereket
Azınlığın zenginliği ile 1 Mayıs'ın yoksulluğu
Tadımlık hile
Öğrenci hareketleri: İsrail’e karşı ama düzene karşı mı?
Netanyahu’ya tutuklama tehdidi ve Amerika’nın uluslararası itibarı