|
Bir korkular tarihi

Ülkemizde, siyasette, ekonomide ve kültür hayatında tam bir yönsüzlük, belirsizlik, karmaşa ve kaos havası hakim.

Şu an, siyaset, tam anlamıyla iflas etmiş, işlevini yitirmiş, işleyemez hale gelmiş durumda.

Zaten SOS sinyalleri veren ekonomi, "deprem felaketi"nden sonra "canlı cenaze"ye dönüşüverdi: Ekonomik hayat tam anlamıyla felç.

Kültür hayatında, tam bir kişiliksizlik, bayağılık, banallik, anarşi hükümferma.

Siyasette de, ekonomide de, kültürde de, yaratıcı, ümit vaadedici, çığır açıcı, genç kuşakların önünü ve ufkunu açıcı, dünya çapında ses getirecek ve yankılanacak ciddi bir varlık gösterebilecek hiçbir eserimiz, ürünümüz, adamımız, adımımız, kurumumuz yok maalesef.

Yaklaşık 200 yıllık modernleşme tarihimizin bizi getireceği nokta bu "sıfıra sıfır elde var sıfır" noktası olmamalıydı.

Hayallerden hayaletlere...

200 yıllık uzun modernleşme sürecinin serüvene, sonu nereye varacağı belli olmayan bir maceraya dönüşmemesi gerekirdi.

İlber Ortaylı Hoca''nın yerinde bir tanımlamayla "Osmanlı''nın en uzun yüzyılı" olarak tanımladığı 19. yüzyıl, yoğun bir arayış, heyecanlı bir tartışma, az da olsa hem kendimizle, kendi kültürümüzle, hem de Avrupa''yla, Avrupa kültürüyle canlı bir hesaplaşma dönemiydi. Avrupalı "büyük güçler"in dünya coğrafyasında sınır, ahlak tanımayan ilerleyişleri ve "saldırı"ları karşısında Osmanlı elitleri ve aydınları, eğitimden hukuka, siyasetten ticarete, sanattan edebiyata kadar hayatın tüm alanlarında canlı bir arayış ve tartışma ortamı kurmayı başarmışlardı.

Aynı zaman diliminde Avrupa''da da yoğun ve canlı bir entelektüel ve kültürel ortam vardı. Avrupalı aydınlar, düşünürler, Sanayi Devrimi''nin, Aydınlanma Çağı''nın muhasebesini yapıyorlar; sanatta, siyasette, kültür ve düşünce hayatında yeni gelenekler icat ediyorlardı. Örneğin son on yıllarda yeniden icat edilmeye başlandığı gözlenen "Ortaçağ''ın yeniden-keşfi" çabası, Avrupa''da pekçok siyasi, kültürel ve entelektüel karşı-akımı doğurmuştu.

Ama benzer karşı-akımlar ve oluşumlar, Osmanlı''dan Cumhuriyet''e geçiş sürecinde ülkemizde neşet edemedi. Tanzimat''la başlayan canlı ortam, Cumhuriyet''le birlikte yerini tam bir cansızlığa terketti: Hayali bir ideoloji üretilmişti: Türk toplumu medeniyet ve kültür değiştirerek Batılı medeni ülkeler seviyesine ulaşacak, hatta onları geçecekti!

Bunun adı tam bir "macera"ydı. Yüzyılların mücadelesi, deneyimi ve birikimiyle oluşturduğumuz, bugün bile hala kimliğimizi, zihin kalıplarımızı, davranış biçimlerimizi belirleyen en temel aktör olmaya devam anlam haritalarımız, temel dinamiklerimiz olumsuzlanacak, yok sayılacak, yani gövdeyle baş birbirinden ayrılacak; ondan sonra da Türkiye muasır milletler seviyesine çıkacak bir sürece girecekti! Bu, olmayacak bir şeydi. Tarihte hiçbir toplumun başaramadığı, akıl, mantık-dışı, tarihin işleyişini, genel geçer yasalarını yoksayan, hayalleri de hayaletlere dönüştüren bir maceraydı bu.

Mecrasını yitirmek

Ortaya, ne idüğü belirsiz, nereye, niçin gittiğini asla bilemeyen ve düşünemeyen, anafora tutulmuş, tuhaf ve ucube bir insan tipi çıktı: Gövdesiyle başı, ruhuyla iskeleti birbirinden zoraki olarak kopartılan hilkat garibesi bir "yaratık". Tabansız, temelsiz, köksüz, dayanaksız hayallerin hayaletlere dönüşüverdiği, mecrasını yitiren bir toplumun bir maceradan ötekine sürüklendiği anormal, kaotik, paranoyalar üreten bir tecrübe üretildi.

Modernleştiricilerin bile modernliğin ve modernleşmenin demokrasi, sivil toplum, hukukun üstünlüğü, en temel insan hak ve özgürlüklerinin garanti altına alınması, korunması, yaşatılması ve genişletilmesi gibi en temel dinamiklerini, kavramlarını, kurumlarını dinamitledikleri, nereye varacağı belli olmayan, toplumun geleceğini, iradesini, duyarlıklarını ipotek altına alan ve sürgit hayaletler üreterek varlığını sürdürmeye çalışan ucube bir iklim, çağdışı bir sistem hayatımızın tam orta yerine yerleşiverdi.

Tüm bunları üniversitelerin açılışı dolayısıyla yaşanan ilkel, ürkütücü saç-sakal-başörtüsü yasağını anlamlandırmak için yazdım. Bu yasaklar, üniversitenin, düşünce, kültür, sanat, yaratıcılık, imaginasyon üretilmesine aracılık eden bir kurum olmadığının, tam bir kışlaya dönüştüğünün gösteren en somut göstergelerdir. Üniversitenin kapısından içeri girerken yaşanan bu tür bir manzaranın, üniversiteden içeri girdikten sonra ne tür absürt manzaralara eklemlenebileceğini yeterince gösteren bir fotoğraf.

Oysa üniversite, bizim yenileşme ve çağdaşlaşma çabamızda, kilit rol oynaması gereken bir kurum olmalıydı. Bugün geldiğimiz nokta, geriye doğru dönüp baktığımızda, modernleşme tarihimizin tam bir korkular tarihi olduğunu çok iyi gözler önüne seriyor. Üniversitenin kapısı, korkularımızın primitifliğini ve boyutlarını kendiliğinden göstermeye yetiyor.

Kendisinden, kültüründen, temel dinamiklerinden korkan, korkutulan bir ülke, mecrasını yitirmiş bir ülkedir. Özgüvenini, varlık nedenini, yaratıcı ve imaginatif melekelerini yoketmiş; dünyayla, başka kültürlerle kompleksiz ve yaratıcı ilişkiler kurabilme becerisini, yollarını tıkamış, sıfırlamış; beyni, zihni, kalbi ve ruhu durmuş; sürekli hayaletler gören, ölüm korkularıyla yaşamaya çalışan, akla hayale gelmedik korkular üretme becerileri geliştirmekten başka bir şey yapamayan hastalıklı bir organizmaya, canlı cenazeye dönüşmüş bir ülkedir.

25 yıl önce
Bir korkular tarihi
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı
Genişletilmiş teröristan projesi böyle çöktü
İsrail’le ticaret ve Deutsche Welle