|
Ramazan Geceleri= Çamlıca Geceleri

Gürültü''den, curcuna''dan, şamata''dan başka bir şey olmadığını bildiğim için, İngiltere''de kaldığım 12 yıl boyunca beğenimi, zevkimi bozmamak, ruhumu kirletmemek kaygısıyla, izleyiciyi salt tüketen bir nesne/"mal" olarak gören; en vulger, pespaye, primitif şeyleri bile son derece abartarak, yücelterek (=süblime ederek) sunan ve "satan" Türk televizyonlarını izlememe konusunda kararlı, istikrarlı protest bir tavır geliştirmiştim.

Türkiye''de olup bitenlerden İngiliz medyası aracılığıyla ve o "ilkel" TRT radyosunun gece 01.00''de yayınlanan, (içinde 5 dakikalık "Türk basınından özetler" bölümü yer alan) 10 dakikalık haber bültenini dinleyerek haberdar oluyordum.

Her şeye rağmen, Türkiye''deki kültürel ve entelektüel hayatı olabildiğince "yakından" izlemeye çalışıyordum. Çok sayıda dergi geliyordu. Bu arada, Türkiye''den gelen arkadaşlardan, yeni çıkan kitap, kaset, video, dergi ve gazeteleri getirmelerini istiyorduk.

Bir "Sohbet"i Canlı Tutmak...

Yanılmıyorsam, 1996 yılının sonbaharıydı... Bir arkadaşım pek çok "matbuat"ın yanısıra, o vakitler Türkiye''de entelektüel çevrelerde bir hayli ses getirecek nitelikte yayın yapan Yeni Yüzyıl gazetesinin birkaç nüshasını getirmişti.

Şerif Mardin Hoca''yı bilirsiniz. Dünya çapında isim ve "iş"ler yapmış saygın, ayrıksı bir sosyal teorisyenimizdir. İşte, Yeni Yüzyıl''lardan birinde Şerif Mardin Hoca''nın bir konferansta sunduğu metnin özeti haline getirilmiş nefis bir yazısı vardı. Modern/leşme tarihimizin düşünce sorunlarını tartıştığı yazısının bir yerinde Meşrutiyet dönemi "İslamcı" Osmanlı aydınları için aynen şu nefis tasvir ve tanımlamayı yapıyordu Mardin Hoca: "Onlar bir sohbeti canlı tutuyorlardı". Bu tasvir ve tanımlama, haftalarca ruhumda fırtınalar estirmiş; onlarca yazıma ve hatta doktora tezime esin kaynağı olmuştu.

Yıllardır kafamı meşgul eden esaslı ama çok yönlü bir soru/n var/dı: "İslam kültürünün kök paradigmalarını, anlam haritalarını, yaşadığımız koşullarda yeni şekillerde yeniden icat ederek nasıl yeni, yaratıcı, imaginatif iletişim araçları ve formları, estetik ifade biçimleri, giderek yeni bir söylem, yeni bir söyleyiş tarzı, yeni bir dil, özetle yepyeni bir duyarlık geliştirebiliriz?" sorusuna ve sorununa cevaplar aramaya çalışıyor/dum.

Özgün bir senarist ve sinema düşünürü Ayşe Şasa ile gece gündüz demeden yaptığımız faks yazışmaları, telefon konuşmalarının yanısıra, Şerif Mardin''in sözkonusu metni yepyeni keşifler yapmama imkan tanıdı.

Bizim kültürümüzün en önemli dinamiklerinden ve sacayaklarından biri, yüzyılların mücadelesi, "çile"si ve deneyimi sonrasında icat edilen; kültürümüzü ve hayatımızı Gadamer''in deyişiyle "gürül gürül akan bir ırmağa" dönüştüren ve sayısız varyasyonları olan, "engin ve deruni sohbet geleneği"ydi.

İslam kültürü, sözlü (oral) kültürle, yazılı kültür formlarını ve ifade biçimlerini aynı anda meczetmeyi başarmış, yeniden keşf ve icat edilmeyi bekleyen devasa bir pratik üretmişti. Ama zamanla yazılı kültürle kurduğumuz ilişki biçimlerini yaratıcı ve imaginatif şekillerde geliştiremeyişimiz, bizi bir medeniyet krizinin eşiğine getirip bırakıvermişti.

Meşrutiyet döneminin aydınları, yazılı kültürün formlarıyla ve enstrümanlarıyla bir sohbeti canlı tutmayı başarmışlardı.

Benzer bir şeyi bir adım daha öteye götürerek biz de yapabilmeliydik. Neden olmasındı? Örnekse, tastamam batılı bir form olan sinemayı, Afrikalılar, kendi sözlü kültürlerinin ifade biçimleri aracılığıyla bambaşka bir şeye dönüştürmemişler miydi! Yine Ayşe Şasa''nın deyişiyle Tarkovsky, "modern sinemayı, mistik bir ilhamla silbaştan kurmamış mıydı"?

Bunun için, yapılabilecek öncelikli şeylerden biri, bir "sohbet"i, yani deruni bir medeniyeti, yeni bir gözle, yepyeni bir duyarlıkla ve yepyeni kavramlarla "yeniden okumak"tı. Bunun için de Heidegger''in o nefis ifadesiyle, "bir yeri sükuna erdirebilmek için, o yere iskan etmek, o yeri mesken tutmak" zorundaydık.

Sohbet kavramı, bulunmaz, eşsiz, anahtar bir kavramdı. Sadece etimolojik olarak ihtiva ve ihata ettiği anlamlara "bakmamız" bile yeterliydi: "Sohbet", karşılıklı konuşmak, sahip çıkmak, sahip olmak, sahiplenmek; dost ve arkadaş olmak.. gibi zengin ve derin bir anlam haritası sunuyordu önümüze.

İşte meşrutiyet aydınları, "bir sohbeti canlı tutmak"la, bizim kültürümüzle, diyalojik bir konuşma içine girerek "konuşuyorlar"; o kültüre sahip çıkıyorlar; o kültürün dünyasıyla, dünya tasavvuruyla capcanlı bir ilişki ve iletişim kurarak, o kültürle dost oluyor ve yeni şekillerde icat etme çabası ve heyecanıyla o kültüre sahipleniyorlardı. Böylelikle bir yerlere iskan ederek, bir yerleri mesken tutarak, o yeri sükuna erdirebilmenin yollarını araştırıyorlardı.

Ulvi Bir İletişim Ağı

Benzer bir şeyi bugün sinemada da, gazetede de, televizyonda da yapmamız neden muhal olsundu ki! Elbette ki değildi.

Geçen yıl Türkiye''ye döndüğümde, televizyonda Çamlıca Geceleri''yle karşılaşınca, "Tamam, işte bu!" diyerek yerimden fırlayıvermiştim. O zaman, gazetenin başında olduğum ve başımı kaşıyacak vaktim bile olmadığı için, çok istememe rağmen Çamlıca Geceleri üstüne bir şeyler yazma fırsatı bulamamıştım.

Çamlıca Geceleri, "bir ''sohbet''i canlı tutan" istisnai programlardan biri. Bir iletişim aracı olarak icat edilen televizyon batıda şu an bir tür iletişimsizlik aracına dönüşmüş durumda. Bu, batı kültürünün televizyonu da doğuran, ama aynı zamanda televizyonun doğasında (da) varolan bir paradoksu: Sözlü kültürlerde iletişim, çift yönlüdür. Televizyonda (ve sinemada) ise tek yönlü. Arada aracın olması, çift yönlü iletişimi önleyen bir faktör. Araya "aracı" koyansa televizyonun kendisi değil; yazılı kültürü, her şeyi tanımlayacak bir konuma irca eden/indirgeyen modern batı kültürü.

Engin Noyan, televizyonu, hem sunucu olarak kendisinin, hem de izleyicilerinin ve konuklarının aynı anda iletişim eylemine katılmalarını mümkün kılan performatif ve çift yönlü işleyen bir iletişim aracına dönüştürmeyi başarıyor. İslam kültürünün, bütün müminleri birbirine bağlayan ulvi bir iletişim ağı kuran aşkın boyutunu devreye girdirerek, adeta televizyon ekranını delip geçiyor ve ünlü Fransız düşünür Derrida''nın "aslında gündelik hayatta seküler''in imkansız olduğu" savını bir kez daha doğruluyor.

Batıda iletişimbilimciler televizyonu, "konuşan kafalar" (talking heads) olarak tanımlarlar. Türkiye''de bu araç, Türkiye''nin kendine özgü sorunları ve açmazları nedeniyle tam bir vuruşan kafalar''a (fighting heads''e) dönüşüvermiştir. Haber programlarının başlıkları (title) bile bu saptamamızı doğrulamaya yetiyor: Ateş Hattı, Ateşten Gömlek, Mayın Tarlası, Siyaset Meydanı, vesaire.

Engin Noyan, tek başına, o anlamsız "vuruşma"ya "hayır!" diyor. Ve ekliyor: Televizyon, "konuşan kafalar"ı geçtik; buluşan gönüllere, özgürleşen ama "aynı anda atan kalpler"e, sözün özü, ulvi bir iletişim ağına da dönüştürülebilir.

Teşekkürler Engin Noyan! Ramazan Gecelerinin Çamlıca Geceleri''yle özdeş olduğunu ve televizyonun bambaşka bir şeye dönüştürülebileceğini kanıtladığın için.

24 yıl önce
Ramazan Geceleri= Çamlıca Geceleri
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı
Genişletilmiş teröristan projesi böyle çöktü
İsrail’le ticaret ve Deutsche Welle