|
Darbe mi dediniz?

Benim yaşımda olanlar darbe kelimesinden ürkerler, ürkmelidirler de. Her ne kadar milletimiz topyekûn 15 Temmuz gibi bir kalkışma felaketini yaşadıysa da genç nesillerimizin darbenin ne olduğunu gerçek anlamı ile bilmediklerini düşünenlerdeniz. Darbenin, işin meşruiyete meydan okuyan gayri ahlaki boyutu bir tarafa; meydana getirdiği travmalar ile bir toplumu “ta’zîf eden” yani güçsüzleştiren bir alçaklık olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Darbelerin ülkeleri ve bireyleri ayırt etmeksizin bulundukları noktadan çok gerilere taşıdıkları tarihi tecrübeler ile sabittir.

Türkiye darbe yıkımlarını hatırlayacak kadar çokça tecrübeler yaşamıştır. Geriye doğru baktığımızda
gaflet veya ihanet ile darbenin yanında olanların bile, darbe mağduru oldukları
nı görmemek için akıl ve vicdan körü olmak gerekiyor.

1960 darbesini ben değil, annem yaşadı. Türkiye’nin yaşadıklarının yanında; o yıllarında bir çocuk büyütmenin, bir aileyi sürdürmenin ne denli zor olduğunu anlatmayı hâlâ bırakmadı. Ülkenin içine sürüklendiği bataklık, merkezden değil, ücra bir köşeden bile görülebiliyordu.

1971 muhtırasını, bir ortaokul öğrencisi olarak dedeme okuduğun gazetelerden öğrendim. Zaten her gün o ve arkadaşlarının sohbetlerinde ülkenin gidişatına çomak sokma gayretlerini dinliyordum. Ama 12 Mart’ın ertesi günü okuduğum haberleri tam olarak kavramasam da; bir kısmı gazi, bir kısmı şehit çocuğu olan o yaşlı adamların belini bir kere daha büktüğüne şahit oldum. 1978-79 yıllarında öğrenci olmak adeta potansiyel bir suçlu görülmemize yetiyordu. Hele Ankara’da sıkıyönetim komutanlığının uygulamaları ve özellikle
darbecilere bahane biriktirmek için
sürekli gençlerin okullarından, evlerinden ve sokaklardan, Yenimahalle’deki Emniyet zindanlarına, oradan Bahçelievler’deki Merkez Komutanlığı’na ve nihayetinde, 15-45 gün arasında sorgusuz-sualsiz üç kişiye bir yatağın düştüğü Mamak Cezaevine sürüklenmeleri, benim neslimin hatıralarından hâlâ silinmemiştir. 12 Eylül 1980’e kadar Ankara’daki öğrenciler, bu mekânlara ya ziyaret edilen veya ziyaretçi olarak gitmek zorunda bırakılmıştır.
Zindanlarda çürüyenlerin veya oralardan idam sehpasına uzananların semada bıraktığı çığlıklar ile gayri insani işkencelere maruz kalanların sesleri o binaların duvarlarına sinmiştir
. Nihayetinde “Bu memleketi ancak bir darbe düzeltir” dedirtip, “Bizim Çocuklar”; yani onların çocukları darbe yaptıktan sonra yaşananları anlatmaya gerek yoktur bile.

Ama her darbenin öncesinde aynı teraneler, aynı bahaneler ve aynı şeytanlıklar biriktirilmiştir. Bizim adımıza birileri düşünüp, bizim adımıza karar vererek, yine bizim emek verdiğimiz ülkemizin idaresini daha doğrusunu kaymağını başkalarına teslim etmiştir. Yine ilginçtir ki; darbelere önce halktan ziyade, okumuş yazmış diye kabul edilen sözde entelektüeller, akademisyen ve kendini bilim adamı sananlar inandırılmıştır. İspatı da post modern darbelerde görülmüştür. Koca koca cübbeli adamlar, rektörlerinin emri ile sokaklara dökülüp “Ordu göreve!” deme haysiyetsizliğine katlanmışlardır.

Madem hatıralar uyandı söyleyeyim: Sakın kimse bir pay çıkarmak istediğimi düşünmesin. Binlerce insan benzerini yaşadığı gibi; vesayet altında göreve getirilen bir rektör, beni ve çok değerli bir bilim adamını odasına çağırıp, aba altından ama muhtemel darbeciler adına sopa göstererek, profesörlüğümüzü niye geciktirdiğini söyleyecek kadar ileri gitmiştir. Kuşkusuz bu durum en ehven olanıdır. Daha ağırı, profesör olamayanlar, doçent olarak üniversiteye girebilirken öğrencilerin kapılarda bekletilmeleriydi.

Kandırılmış büyük görünümlü küçük akıllar yine devreye sokulmuştur
. Batıda yabancı dil ve kavramlar ile üretilen darbe bahanelerine maalesef halkımız değil, o dilleri bilen ve şifreli metinleri okuyanlar muhataptır. Darbe söylentileri ve bunun etrafında yapılan konuşmalarda m
elekvari kurtarıcılığa soyunanlar esasında şeytanın sözcülüğünü yapmaktadırlar.
İncitici olanı da bu sözcülüğü kelli-felli, aklı başında görünümlülerin yapmasıdır.
İnsan, ünlü devlet adamı, âlim ve tarihçi
Ahmet Cevdet Paşa
’nın kendi döneminin uleması/bilginleri hakkındaki itimatsızlığına hak vermek zorunda kalıyor. Biz onun ulemaya getirdiği tenkitleri bir tarafa bırakalım, ama bunun için anlattığı bir hadiseyi hatırlayalım:

Sultan Abdülmecid döneminde inşası tamamlanan Fethiye Kalyonunun denize indirilme merasimine büyük bir protokol davet edilir. Devlet adamları, askerler, müderrisler vesaire.. Tersane-i Amire’de gemi denize indirilme hazırlıkları yapılırken, gemi kendiliğinden kayıp denize iner. Ama bu arada birkaç kişi hayatını kaybedip, pek çok kişi da yaralanır. Sebebi sonradan anlaşılır. Bu büyüklükteki gemilerin üst katı tamamlanmadan denize indirilip tamamlanması adet iken, Fethiye’nin tamamı havuzda inşa edilmiştir. Tabii olarak ağırlık üzerine bindirilen destekler kırılınca da gemi kendiliğinden kayarak denize ve inerken de bir kısım insanların hayatına mal oldu.

E bunda ne var diyeceksiniz?

Cevdet Paşa bunu anlatırken, İstanbul Kadısının meseleyi bilmeden gemiyi meleklerin denize indirdiğini söylediğini nakleder. Bunu duyanlardan birisi de sözü şöyle tamamlar: “Evet bu kalyonu meleklerin indirmiş olması muhtemeldir. Lakin işin içine şeytan da karışmış olmalı ki birkaç kişinin ölümüne sebep oldu”.

Evet, görünüşte bizim ukalaların kulaklarına Türkiye’yi tuzağa düşürmek isteyenler bir şeyler üflemiştir.

Bu işin içinde de sakın bir şeytan olmasın?

#Darbe
#Cevdet Paşa
#Zindan
4 yıl önce
Darbe mi dediniz?
Batı’nın son itibar sınavı..
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı
Genişletilmiş teröristan projesi böyle çöktü