Benim yaşımda olanlar darbe kelimesinden ürkerler, ürkmelidirler de. Her ne kadar milletimiz topyekûn 15 Temmuz gibi bir kalkışma felaketini yaşadıysa da genç nesillerimizin darbenin ne olduğunu gerçek anlamı ile bilmediklerini düşünenlerdeniz. Darbenin, işin meşruiyete meydan okuyan gayri ahlaki boyutu bir tarafa; meydana getirdiği travmalar ile bir toplumu “ta’zîf eden” yani güçsüzleştiren bir alçaklık olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Darbelerin ülkeleri ve bireyleri ayırt etmeksizin bulundukları noktadan çok gerilere taşıdıkları tarihi tecrübeler ile sabittir.
1960 darbesini ben değil, annem yaşadı. Türkiye’nin yaşadıklarının yanında; o yıllarında bir çocuk büyütmenin, bir aileyi sürdürmenin ne denli zor olduğunu anlatmayı hâlâ bırakmadı. Ülkenin içine sürüklendiği bataklık, merkezden değil, ücra bir köşeden bile görülebiliyordu.
Ama her darbenin öncesinde aynı teraneler, aynı bahaneler ve aynı şeytanlıklar biriktirilmiştir. Bizim adımıza birileri düşünüp, bizim adımıza karar vererek, yine bizim emek verdiğimiz ülkemizin idaresini daha doğrusunu kaymağını başkalarına teslim etmiştir. Yine ilginçtir ki; darbelere önce halktan ziyade, okumuş yazmış diye kabul edilen sözde entelektüeller, akademisyen ve kendini bilim adamı sananlar inandırılmıştır. İspatı da post modern darbelerde görülmüştür. Koca koca cübbeli adamlar, rektörlerinin emri ile sokaklara dökülüp “Ordu göreve!” deme haysiyetsizliğine katlanmışlardır.
Madem hatıralar uyandı söyleyeyim: Sakın kimse bir pay çıkarmak istediğimi düşünmesin. Binlerce insan benzerini yaşadığı gibi; vesayet altında göreve getirilen bir rektör, beni ve çok değerli bir bilim adamını odasına çağırıp, aba altından ama muhtemel darbeciler adına sopa göstererek, profesörlüğümüzü niye geciktirdiğini söyleyecek kadar ileri gitmiştir. Kuşkusuz bu durum en ehven olanıdır. Daha ağırı, profesör olamayanlar, doçent olarak üniversiteye girebilirken öğrencilerin kapılarda bekletilmeleriydi.
Sultan Abdülmecid döneminde inşası tamamlanan Fethiye Kalyonunun denize indirilme merasimine büyük bir protokol davet edilir. Devlet adamları, askerler, müderrisler vesaire.. Tersane-i Amire’de gemi denize indirilme hazırlıkları yapılırken, gemi kendiliğinden kayıp denize iner. Ama bu arada birkaç kişi hayatını kaybedip, pek çok kişi da yaralanır. Sebebi sonradan anlaşılır. Bu büyüklükteki gemilerin üst katı tamamlanmadan denize indirilip tamamlanması adet iken, Fethiye’nin tamamı havuzda inşa edilmiştir. Tabii olarak ağırlık üzerine bindirilen destekler kırılınca da gemi kendiliğinden kayarak denize ve inerken de bir kısım insanların hayatına mal oldu.
E bunda ne var diyeceksiniz?
Cevdet Paşa bunu anlatırken, İstanbul Kadısının meseleyi bilmeden gemiyi meleklerin denize indirdiğini söylediğini nakleder. Bunu duyanlardan birisi de sözü şöyle tamamlar: “Evet bu kalyonu meleklerin indirmiş olması muhtemeldir. Lakin işin içine şeytan da karışmış olmalı ki birkaç kişinin ölümüne sebep oldu”.
Evet, görünüşte bizim ukalaların kulaklarına Türkiye’yi tuzağa düşürmek isteyenler bir şeyler üflemiştir.
Bu işin içinde de sakın bir şeytan olmasın?