
ABD’nin Irak’taki Saddam rejimini devirmesindeki temel gayenin ekonomik güdüler olduğu biliniyor olmasına rağmen, söylemler daima “oralara daha fazla demokrasi getirmek” şeklinde ifade edilmekteydi. Benzer bir şekilde, ABD ve İngiltere’nin Afganistan’a yönelik askeri operasyonunun temel nedeni de, akabindeki sömürülere zemin hazırlamak olmasına rağmen, Usame bin Ladin ve taraftarlarına yönelik “terörle mücadele” eksenli bir harekât olduğu vurgulanmaktaydı. Hatta sonrasında olaylara NATO da dâhil edilmek suretiyle müdahalenin meşruluğu kuvvetlendirilmek istenmiş olmasına rağmen, ne Irak’a demokrasi getirilebildi, ne de Afganistan’da terör sona erdi.
ABD kaynaklı olan 2008 ekonomik krizi, geçmişteki siyasi krizlerden birazcık farklılık arz ediyordu. Her ne kadar 2008 ekonomik krizinin ayak sesleri önceden duyulmuş olsa da, olayın ciddiyetine pek varılamamıştı. Özellikle, IMF ekonomi danışmanı olan Prof. Dr. Nouriel Roubini, balonlaşan konut fiyatlarının ABD eksenli bir global krize neden olabileceği dolayısıyla, devletin ekonomiye müdahale etmesi gerektiğini krizden tam iki yıl önce vurgulamıştı. Ama Prof. Raubini’nin bu çabaları aşırı hissi ve teorik alt yapıdan yoksun olduğu gerekçesiyle kafa yormaya değer bulunmamıştı. Kriz kapıya geldiğinde ise artık çok geç kalındığının farkına varıldı, ancak bazı şeylerin değiştiği de ortaya çıktı.
Avrupa Birliği ise, bir türlü kendi iç problemlerinin üstesinden gelemediği gibi, sıfıra yakın büyüme ve yüksek işsizlik rakamlarıyla da boğuşmak zorunda kalıyor. Nitekim henüz birkaç hafta önce İngiltere Başbakanı David Cameron Euro Bölgesinde yüksek işsizlik ve azalan büyüme rakamlarına vurgu yaparak 1929 ve 2008 krizlerine ek olarak, üçüncü bir dünya buhranının yaşanma ihtimalini dillendirmeye başladı. Bu argümana kısmen katılmıyorum desem yalan olur doğrusu. Öte yandan, Avrupa Merkez Bankası Başkanı Draghi’nin önümüzdeki günlerde geleneksel olmayan yöntemleri de kullanarak piyasalara para şırınga edileceği kararının ne kadar işe yarayacağını ise hep beraber göreceğiz.
Asya ekonomilerinde de durum pek iç açıcı gözükmüyor son zamanlarda. Japonya’nın resesyon yaşamaya başladığının resmileşmesi üzerine, Japon Merkez Bankası hisse senetlerini de kapsayan bir varlık alım programı başlatacağını duyurdu. Büyüme rakamları yavaşlama eğilimine giren Çin ekonomisinin ise, hormonlu ve tehlikeli bir yapı arz ettiği konuşulmaya başlanmış durumda.
Bir istisna olarak, 2008 küresel krizi dolayısıyla ortak politikalar oluşturmak amacıyla bir araya geldiklerinde, bıçak kemiğe dayanmış olduğundan olsa gerek belki de, ellerini taşın altına koyan G20’nin önde gelen ülkeleri, şu sıralarda aynı şeyi yapmaya pek istekli görünmüyorlar. Zira bu ülkeler, dünyanın daha şanssız ve dar gelirli bölgeleri için çare üretmekten uzak bir oluşum halini almış durumdalar.
Doğruyu söylemek gerekirse, G20 toplantılarının kriz ortamlarındaki perspektifi hiçbir zaman geniş olmadı. Daima takip edilmesi imkânsız ve uzun vadeli konuları tartışıp, burunlarının ucundaki en temel problemlerde başlarını kuma gömdüler. Çoğu zaman problemlere çözüm bulmak yerine, kendi kısır döngülerini ifade eden temenniler yayınlayarak toplantılarını kapattılar. Hatta bu toplantıların bazılarında, temennilerde bile fikir birliğine varma lüksünü yaşayamadılar.
Örneğin, birkaç hafta önce yapılmış olan G20 toplantısından 2018 yılına kadar dünya GSMH’sını iki trilyon dolar artırma planları yapıldı. Bu hedefe ulaşmak birkaç açıdan mümkün değil kanımca. Birincisi, dünya ülkelerindeki mevcut büyüme rakamları ve geleceğe dair projeksiyonlar veri iken, bu hedefe ulaşmak deveye hendek atlatmak kadar zor olacak. İkincisi, G20 kurumsal olarak bu hedefi takip edip, gerçekleşmesini sağlayabilecek durumda değil. Üçüncüsü, Amerika Birleşik Devletleri IŞİD ile AB kendi iç sorunları ile; Rusya, Ukrayna meselesi ile; Ortadoğu ise, jeopolitik düzensizlikler ile meşgul iken, hangi enerji ile söz konusu hedeflere çaba harcanacak, merak ediyorum doğrusu.
