
Batı medyası 90’lardan itibaren inanılmaz bir göçmen karşıtlığı ve onları ikinci sınıf insan yerine koyan aşağılayan ve neredeyse yok sayan bir yayın ilkesi benimsemeye başladı. Göçmen ailelerinde bir kavga tartışma olsa manşetlerden verilirken benzer olay Avrupalı bir ailede meydana geldiğinde haber değeri dahi kazanmadığını görmekteyiz. Kullanılan aşağılayıcı kavramlar sürekli olarak göçmenler üzerinden ve onların sahip olduğu değerler üzerinden verildi. Hz. Muhammed’e yönelik olan karikatür krizi de bunun bir yansımasıydı. Buna benzer onlarcası. Medyanın kullandığı bu dışlayıcı dil tesadüfen kullanılmaya başlanmış bir dil değildir. Tamamen bilinçli ve belirli bir strateji üzerine kurulduğunu görmekteyiz. Sovyetler'in dağılmasıyla birlikte bütünleşme hızını artıran Avrupalı devletlerin “ortak kimlik” üzerinde bir araya gelebilmeleri için ihtiyaç duydukları “öteki” aslında yıllardır kömür madenlerinde, demir yollarında, inşaatlarda vb. çalışan göçmenler ve onların sahip oldukları kadim düşman olarak görebilecekleri dinleriydi.
Kısacası “kızıl tehdit”in ortadan kalkması Avrupalıları yeni tehdit arayışına itti ve bu da “yeşil tehdit” yani İslam oldu. Bu durumu sadece medya değil sac ayağının bir diğeri olan sermaye çevreleri de desteklediler. Ekonomik olarak çıkar elde etmek isteyen ve daha çok enerji koridorlarına hakim olan Müslüman ülkeler üzerinde etkinlik kurmak isteyen gruplar, devletler ötekileştirme sürecini finanse etti ve kısa sürede toplumlar arasında kolay kapanmayacak izler bıraktılar. Müslüman ülkelere yeri geldi askeri müdahalede bulunuldu yeri geldi ambargo ile sindirme yoluna gidildi. Çıkar gruplarının bu ittifakı sac ayağının bir diğerini oluşturan siyasal boyuta da yansıdı. Bir dönem birbiriyle mücadele eden Avrupalı aşırı gruplar artık göçmenlerle ve onların değerleriyle mücadele etmeye başladılar, camilere saldırdılar, minarelerin yapılmasını yasakladılar, göçmen çocuklarının eşit şekilde yükselmesini sistematik olarak engellediler, yeri geldi kutsallarına dahi küfrettiler karikatürle hakaret ettiler.
Avrupa’da aşırı sağ grupların böyle bir yaşam alanı bulması onları diri tuttu. Doksanların ortaların itibaren siyasette dahi temsil edilmeye başladılar. Avusturya’da Jörg Haider bugün FC Strache gibi Fransa’da Marie Lepen gibi aşırı sağ grup liderleri hemen hemen tüm seçim yatırımlarını göçmen karşıtlığı ve hatta Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine karşı çıkmak üzerine inşa ettiler. Aşırı sağ siyasetçilerin yanında iktidarda olan muhafazakar partiler de dolaylı olarak aşırı sağ grupların söylemlerini desteklediler. Almanya’da Angela Merkel’in söylemleri diğer taraftan Fransa’da Niccola Sarkozy’nin söylemleri tamamen aşırı siyasetçileri destekler mahiyette oldu.
Bu durum Avrupa'da yaşayan göçmenleri daha içine kapanık, Müslümanları da Avrupalılara güvenme noktasından uzak bir duruma getirdiler. Öyle bir korku dünyası ortaya çıktı ki Avrupalı bir vatandaş kendisini Müslümanlardan korumak üzerine eğitildiğini hissetmeye ve terörist dini olarak İslamiyet’i görmeye başladı. Kendi ideallerini gerçekleştirmek adına Müslüman coğrafyalarında kurdurdukları kukla terör örgütleri de bu korkuların büyümesine hizmet etti (El kaide, IŞİD vb). Nihayetin de bu terör örgütleri üzerinden kendi tezlerini daha kolay doğrulattılar ve bir nevi safların daha sıklaştırılmasını sağladılar. İnsanların birbirlerini tanımalarına dahi fırsat bırakmayan bu kurgu gelinen noktada Avrupa'da yeniden inşa edilen “öteki” algısının başarıya ulaştığını gözler önüne sermektedir. Bundan sonra Avrupa’da yaşanacak kavgalar da bu “öteki” üzerinden olacaktır.
