|

Sürgünlerin uzak diyarı Fizan

"Seni Fizan'a sürerler bilmiş ol." Çok duyduğumuz bir cümledir bu. Lâkin birçoğumuzun pek bilmediği bir mekândır Fizan. Halbuki 19. yy Osmanlı Devleti'nde en korkulan sürgün yeriydi. Peki ama neresi bu Fizan, herkesi bu kadar korkutan Libya'nın dünya gündeminin merkezine oturduğu bugünlerde Fizan'ı da hatırlayalım istedik.

Mahmut Sami Şimşek
00:00 - 28/08/2011 Pazar
Güncelleme: 21:37 - 27/08/2011 Cumartesi
Yeni Şafak
Sürgünlerin uzak diyarı Fizan
Sürgünlerin uzak diyarı Fizan

Fizan şimdilerde gündemde olan Libya'nın güneyinde, sâhilden 600 km içeride ve Büyük Sahrâ'nın doğusunda, kızgın çöllerin ortasında bir vahadır. Fizan'ın merkezi olan Merzuk kasabası, Trablusgarp'a 900, Bingazi'ye 1.500 kilometredir.

Sürgünler için en korkunç yer Fizan'dı. Zîrâ Fizan'da hayatta kalmak zoru başarmak demekti. Oradan kaçmak ise âdetâ imkânsızdı. Bu yüzden mahkûmları "sürgün" den ziyâde "Fizan" kelimesini duymak ürkütürdü. Nâmık Kemâl dahi 1873'te Hanya vapuruyla Kıbrıs'ın Magosa iline sürgüne giderken, kendisi ile birlikte sürgün edilen Nûri Bey'e yazdığı mektupta: "Benim için telâş etmeyin. Ben Magosa'ya gidiyorum. Siz de elbette Akka'da kalmazsınız. Fizan'ı filan boylarsınız." diyerek, esas korkulacak yerin Fizan olduğunu ifâde etmiştir.

Libya'nın güneyinde yer alan bir Osmanlı sancağı olan Fizan, Osmanlı Devleti'nin Afrika içlerine kadar uzanan en uzak bölgelerinden biriydi. Şimdilerde Sebhâ, Merzûk ve Katrûn beldelerinden oluşan bir eyâlettir. Kuzeyinde Berberîler, güneyinde Hâmiler'in ( zenciler ) yerleştiği Fizan'da, az da olsa tuaregler de vardır. Fizan'ın merkezi olan Merzuk'ta 19. yy ın ikinci yarısında nüfus 5 bin civârındaydı ve 30 kilometrekare başına bir kişinin düştüğü ıssız bir yerdi. Bu târihlerde Osmanlı Devleti ile batılı devletler arasında, Orta Afrika'daki sâhipsiz topraklar üzerinde hâkimiyet mücâdelesi başlayınca Fizan'ın önemi daha da arttı.

45 GÜNLÜK ÇÖL SEYAHATİ

Trablusgarp ile İstanbul arasındaki bağlantı sâdece deniz yoluyla sağlanıyordu. O da ayda 1–2 defâlık idâre-i mahsûsa seferleriyle. Trablusgarp'tan otobüsle 9 saat mesâfede olan Fizan'a, Osmanlı döneminde develerle ancak 45 günlük bir çöl seyahati sonrası ulaşılabiliyordu ve deveden başka herhangi bir ulaşım vâsıtası da yoktu. Demiryolu mevcut değildi. Zîrâ her taraf incecik kumlardan oluşan çöllerle kaplıydı ve geceleri zaman zaman kopan çöl fırtınaları yüzünden koca koca kum dağları oluşabiliyordu.

TARİH BOYUNCA FİZAN

Târihi çok eskilere dayanan Fizan, Emevîler döneminde Ukbe bin Nâfî tarafından fethedilmiş ( 666–667 ), daha sonra Berberîler, Eyyûbîler, Kanim Sultanlığı, Fas'tan gelen Evlâdı Muhammed âilesi hâkimiyetine girmiş, bu âilenin Merzuk şehrini kurmasıyla da Fizan, Araplaşmaya ve İslâmî bir yerleşim yeri hâline gelmeye başlamıştır.

Osmanlılar ise 16. yy başlarında Kuzey Afrika'yı İspanyol işgâlinden kurtararak bölgeye hâkim olmuşlardır. 1551 yılında Kânûnî Sultan Süleyman tarafından fethedilen Trablusgarp eyâlet hâline getirilince, Fizan da bu eyâlete bağlı bir sancak oldu. Uzun süre sükûnet ve huzur içinde geçen bir dönemden sonra Sultan Reşat'ın tahta geçmesinin ikinci senesinde ( 1911 ) İtalyanlar Trablusgarp ve Bingâzi'yi işgâl ettiler. 1913 senesine kadar Fizan'a dâimâ asker sevkeden ve bölgeyi hâkimiyeti altında tutan Osmanlı, 12 adayı ve Trablusgarp'ı işgâl eden İtalya ile 19 Ekim 1912 de Uşi Anlaşmasını imzâlamak zorunda kaldı. Bu anlaşmayla Osmanlının bölgedeki hâkimiyeti de sona erdi.

SULTAN ABDÜLHAMİD'İN MEŞHUR SÜRGÜNLERİ

Şimdi gelelim Sultan 2. Abdülhamit dönemine. Zîrâ Fizan'ı tanımamıza sebep olan Sultan Hamid'in meşhur sürgünleridir. Sultan Abdülhamit Han, husûsiyle devletin aleyhinde faaliyette bulunan îdamlık suçluları, etkili olamayacakları yerlere sürgün etmeyi tercih etmiştir. Böylece asıl maksadının cezâlandırmak değil, etkisiz hâle getirmek olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden Fizan, Sultan Hamid'in bir sürgün yerinden beklediği tüm şartları karşılayan ideal bir tecrît alanıydı. Kuzey ve güneyi geçit vermez dağlar, doğu ve batısı uçsuz bucaksız çöllerle çevrili ve âdetâ çöl denizinde kalmış bir ada gibi olan Fizan'dan kaçmak da neredeyse imkânsızdı. Kısacası Fizan, devlet aleyhtârı fikir ve planların çöl sıcağında buharlaştığı yerdi.

Fizan'ın merkezindeki kasaba olan Merzuk, küçük kerpiç evlerden oluşuyordu. Merzuk'un tam ortasında, bir Osmanlı kalesi ve 300 kişilik bir Osmanlı birliği mevcuttu. Kasabada hayat kaynağı su kuyuları ve hurma bahçeleriydi. Ne bir çay, ne bir derenin olmadığı Fizan'ın her 3 kasabasında da tek su kaynağı yer altı su kuyularıydı. Yağmurun hiç yağmadığı bu kurak bölgede, susuzluk ve kum fırtınaları yüzünden tarım da oldukça sınırlı ve zor şartlar altında yapılabiliyordu. Hayvancılık hiç yoktu. Böylesine çorak bir yerde halkın açlık ve susuzluğa tahammülü develeriyle aynı ayardaydı. Trablusgarp salnâmelerinde geçtiğine göre; tıpkı develer gibi bir oturuşta normal kapasitenin oldukça fevkinde yemek yemeye ve su içmeye alışmış halk, günlerce hattâ haftalarca açlığa ve susuzluğa mukâvemet gösterebiliyorlardı.

MEŞHUR SÜRGÜN MAHKÛMLARI

Fizan sürgünlerinden en meşhuru Askerî Tıbbiye öğrencisi iken 1889'da İttihat ve Terakki Cemiyeti'ni kuran dört kişiden biri olan Abdullah Cevdet'ti. 1895'te Abdülhamid'e muhalefet suçundan tutuklanarak Trablusgarp'a gönderilen Abdullah Cevdet, merhamet-i şâhâne (Pâdişahın merhameti) sâyesinde, Trablus Merkez Hastanesi'nde göz hekimliği yapmış, cezâsını böyle tamamlamıştı. Lâkin bu sürede isyankâr tavırları devâm edince Fizan'a sürgünü ferman edilmiş, O da 1897 yazında önce Tunus'a, oradan da Avrupa'ya kaçmıştı. Trablusgarp sürgünleri arasında, Yıldız Sarayı'nda mabeyn kâtibi Hacı Mustafa Raşit Bey, Hacı Ahmet Efendi, Kocamustafapaşa'daki Bedevi Tekkesi Şeyhi Naili Efendi, Yusuf Akçura, Ahmet Ferit Tek gibi şahıslar vardı.

DİVAN ÇAVUŞUNUN SORGUCU

Osmanlıda her şeyin bir usûl ve erkânı olduğu gibi, mahkûmlara cezalarını tebliğ etmenin de bir usûlü vardı: Devlet ricâline suçunun cezâsını tebliğ işi divan çavuşlarının göreviydi ve bu divan çavuşları, devlet ricâlinden birini sürgüne götürmeye memur edilince, fermanı alarak başındaki sorgucu kavuğunun sağ tarafına takar, mahkûmun konağına ya da hânesine giderdi. Sürgün edilecek zat da, divan çavuşunun sorgucundan anlardı sürgün cezası aldığını. Kaçma ve saklanma endişesi olanların, âilesiyle vedâlaşmasına dahi müsaade edilmezdi. Sürgün edilen şahıs, ister yeniden sürülsün, ister sürgün yeri değiştirilsin, muhakkak sürgün mekânına çavuş vasıtasıyla giderdi.


Şeref yolcuları

1896 yılında İttihat ve Terakkî Cemiyeti'nin Sultan 2. Abdülhamid'e karşı başarısız bir darbe planı ortaya çıkmıştı. Planın uygulanmasından bir gece önce, İttihat Terakkî mensuplarından Nâdir Bey'in açık vermesiyle ortaya çıkan bu planda, pâdişahın tahttan indirilmesinin yanı sıra öldürülmesi de tertiplenmişti. O gece, planı yapan tüm şahıslar tespit edilip teker teker tutuklanarak mahkemeye sevk edildiler. Cezâları îdam olmasına rağmen Sultan Hamid, suçluları Fizan'a göndermeyi tercih etmiş, hattâ planı uygulayacak olan İstanbul'daki 1. fırka komutanı Kâzım Paşa'yı, tenzîli rütbe ile İşkodra vâliliğine tâyin etmişti.

Darbe planının ifşâ olmasından 1 yıl sonra 1897 de bir ihbar daha alınca, İttihat Terakkî Cemiyeti'ni külliyen bitirmeye karar verdi ve cemiyetle ilgisi tespit edilen 324 ü öğrenci, toplam 630 kişi tutuklanarak çeşitli hücrelere kapatıldı. Bir süre sonra Taşkışla'da kurulan Divân-ı Harbi Örfî'de toplanıp tekrar yargılandılar. 78 inin suçu sâbit görülünce sürgünle cezâlandırılmalarına hükmedildi.

Çoğunluğu tıbbiye öğrencileri ve hekimlerden oluşan sürgün kâfilesi, nereye gönderildiklerini bilmeden Şeref Vapuru'na bindirildiler ve uzak denizlere doğru yola çıktılar. Târih 8 Eylül 1897 yi gösteriyordu. Bindikleri vapurun ismine izâfeten evvelâ "Şeref Yolcuları" daha sonra da "Şeref Kurbanları" diye anılır oldular jöntürkler arasında.

Bir hafta süren deniz yolculuğundan sonra 15 Eylül 1897'de Trablusgarp limanına gelince anladılar Fizan'a sürüldüklerini. Yolculuk buradan sonra develerle yapılacaktı. Kendilerini evvelâ 45 gün sürecek olan meşakkatli bir çöl yolculuğu bekliyordu. Çölü geçtikten sonra hayatta kalmayı başarabilenler bütün bir ömür boyu affedilmeyi bekleyecekti.

Lâkin Trablusgarp Vâlisi Nâmık Paşa'nın gayretleri netîcesi, 78 mahkûmdan sekizi Trablusgarp'ta kaldı. Kentten ayrılmamak kaydıyla serbest bırakılarak çeşitli vazîfelere atandılar. Geriye kalan 70 kişiyi ise uzun ve çileli bir yolculuk, ardından yine çileli bir sürgün hayatı bekliyordu. Lâkin öyle olmadı. Sürgünleri götürecek develer temin edilemediği için Şeref Yolcuları'nın tamâmı Trablusgarp'ta kaldı.

ÇÖLÜ GEÇEN FİRARİLER

1899 yılında Yusuf Akçura, Ahmet Ferit Tek ve Zühtü Bey, Trablusgarp fevkalade kumandanı Recep Paşa'nın ve yâveri Binbaşı Şevki Bey'in yardımlarıyla önce Tunus'a, daha sonra Malta üzerinden Paris'e kaçtılar. Fizan'dan kaçan en meşhur firârî olan Bahriye Zâbiti Sâmi Bey, Büyük Sahrâ Çölü'nü 6 ayda geçmiş, açlık ve susuzlukla ölümüne mücâdele vererek çölü aşmış ve Gine Körfezi sâhillerine ulaşmıştı. Bu yüzden sonraki dönemlerde kendisine "Çölgeçen" soyadı verildi. Lâkin Sâmi Bey, böylesi ölümüne bir firârı göze alıp Gine Körfezi sâhillerine ulaştığında İstanbul'da çoktan 2. meşrûtiyet îlân edilmiş, sürgünler kurtulmuştu.


Osmanlı'nın ilk marşı

Osmanlının ilk millî marşı, 1831 yılında İtalyan Donizetti Paşa'nın Sultan 2. Mahmut için bestelediği "Mahmûdiye Marşı" dır. Sultan Mahmut'tan sonra tahta çıkan her pâdişah adına bir marş bestelendi. Bu marşlar pâdişâhın ismine atfen "Mecidiye Marşı", "Aziziye Marşı" gibi isimler almış ve pâdişah tahtta olduğu sürece devletin resmî marşı olarak çalınmıştı. Fakat 2. Mahmut'tan 2. Abdülhamid'e kadar 3 pâdişahın ( 2. Mahmut, Abdülmecid, Abdülaziz ) marşı da sâdece müzikten oluşuyordu. Sultan 2. Abdülhamid'e âit "Hamidiye Marşı" ise ilk sözlü marş olmuştu.



13 yıl önce