İYİ VE KÖTÜ MİLLİYETÇİLİK
Hızımı almışken biri etnik, soya/kan bağına dayalı, dolayısıyla kötü, diğeri ise siyasi, vatandaşlık bağına dayalı, dolayısıyla iyi, iki tür milliyetçilik olduğu mitiyle de hesaplaşabilirdim belki. Kendi milliyetçiliğimizden söz ederken onu siyasi, yani 'iyi', bir milliyetçilik olarak tanımladığımıza; başkalarının milliyetçiliğinden ise etnik, 'kötü' milliyetçilik olarak söz ettiğimize dikkat çekebilirdim, emekli büyükelçi Gündüz Aktan'ın Kürt milliyetçiliğinden bahsederken 'etnonasyonalizm' terimini kullanması gibi. Bu ayrımın yanlış varsayımlardan kaynaklanan, akademik literatürde yıllar önce terk edilmiş bir ayrım olduğunu anlatabilirdim. Bugün kan bağına ya da soya dayalı milliyetçilik anlayışını açık açık savunan çok az parti ya da siyasi hareket olduğunu, MHP programındaki milliyetçilik anlayışının bile ırkçılığı, kafatasçılığı reddettiğini hatırlatabilirdim. Sonra anahtar kavram 'kültüre' dikkatleri çekebilir, kültürün 'etnik' kavramının içinde yer aldığını savunabilirdim. Bu görüşümü kanıtlamak için kapsamlı bir akademik tartışmaya girmeme de gerek olmazdı. Türk Dil Kurumu'nun Türkçe Sözlüğü'nü örnek göstermem, sözlüğün 'etnik' terimini 'budunsal, kavmi' olarak karşıladığını, 'budun'u ise 'aralarında töre, dil ve kültür ortaklığı bulunan boy ve soy bakımından da birbirine bağlı insan topluluğu' olarak tanımladığını yazmam yeterli olurdu. Bu anlamda kültüre dayanmayan bir milliyetçilik olmadığını, başka bir deyişle etnik olmayan milliyetçilik olmadığını iddia edebilirdim. 'Milliyetçiliğin özü budur zaten, kültürle siyaseti birleştirmesi' diyerek de yazımı bitirebilirdim.
Bitirebilirdim bitirmesine de, ortaya çıkan yazıdan mutlu olabilir miydim, bilmiyorum. İçimdeki sıkıntıdan, dinmeyen öfkeden, kesif yalnızlık ve çaresizlik duygusundan kurtarabilir miydi bu yazı beni? Onca yarı akademik laf kalabalığının Rakel Dink'in 'Yaşı kaç olursa olsun, 17 veya 27 olsun, katil kim olursa olsun bir zamanlar bebek olduğunu da biliyorum. Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim' sözü karşısında hükümsüz kalacağını düşünmekten kendimi alıkoyabilir miydim? Karanlığı yaratanların sadece Kemal Kerinçsiz değil, Kemal Kerinçsiz'e 'Hrant Dink cinayeti hakkında ne düşünüyorsunuz?' diye mikrofon uzatanlar olduğunu söylemezsem, karanlığı büyütenlerin Sosyalist Enternasyonal'in Başkan Yardımcısı olmakla övünürken Meclis çatısı altında 'Ne var 301'de, ne var 301'de seni rahatsız eden? Türklüğe hakaret ve tezyifte bulunmak yasak denilmiş. Bundan niye rahatsız oluyorsun? Düşünce özgürlüğünü bu kısıtlıyor. Türklüğe hakaret etmek birilerinin düşünce özgürlüğünü kısıtlıyormuş ... Kendi bayraklarına saygısızlığı hemen hemen bütün Avrupa ülkeleri cezalandırıyor mu; cezalandırıyor. Ben de cezalandıracağım, ben de!' diye haykırarak solun adını kirleten siyasetçiler, Orhan Pamuk'un Nobel Ödülü almasını içine sindiremeyen ama siyasetçilerin bayraklı afişlerle, milliyetçi sloganlarla hamaset yarışına girmelerini sindiren genel yayın yönetmenleri, ödül alan yazarını kutlamayan ama milliyetçi televizyon kanallarının kuruluş yıldönümü kutlamalarına katılıp şarkılar söyleyen devlet büyükleri olduğunu yazmazsam aydınlığa karşı sorumluluğumu yerine getirmiş olur muydum?
Peki ya içimi kemiren yalnızlık, çaresizlik duygusu? Hrant Dink'in belki de hayatı boyunca yaşamış olduğu, benimkiyle kıyaslanamayacak büyüklükteki yalnızlık duygusu? Bu duyguyu Dink gibi 'faili meçhul' (!) bir cinayete kurban giden Sabahattin Ali'den daha iyi anlatamam herhalde...
Arzularım muayyen bir haddi aşınca
Ve sözler kulaklarıma sağırlaşınca
Bir ihtiras duyup vahşi maceralara
Çıkıyorum bulutları aşan dağlara.
...
Bakıyorum aşağlarda kalan hiçliğe.
Bu dağların bir rakibi varsa rüzgârdır.
Rüzgâr burda tek başına bir hükümdardır.
Burda insan duman gibi genişler, büyür,
Bu dağlarda ıstıraplar, sevinçler büyür.
Buralarda her düşünce sona yakındır,
Burda her şey bizden uzak, 'o'na yakındır.
Burda yoktur insanların düşündükleri,
Rüzgâr siler kafalardan küçüklükleri.
...
Ey dağların dertlerini dinleyen rüzgâr!
Benim arık yalnız sana itimadım var.
Gelmiş gibi uzaktaki bir seyyareden
Yabancıyım bu gürültü dünyasına ben.
Etrafımın sözlerine asla aklım ermedi,
Etrafımda bana asla kulak vermedi.
Senelerden beri hâlâ anlaşamadık,
Bende kestim anlaşmaktan ümidi artık.
...
En muazzam ölüm bile küçülür burda.
Benim kafam acayip bir dimağ taşıyor,
Her dakika insanlardan uzaklaşıyor.
Zaman zaman mağlûp olsam bile etime,
İnsan olmak dokunuyor haysiyetime.
* İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi
Yorum