|
“Artık okuyamıyorum” diyenler için okuma ve dinlemeye davet...

Gündelik hayatta son yıllarda en çok duyduğum cümlelerden biri, “Artık okuyamıyorum.” Bu cümleyi söyleyenlerin bir kısmı eskiden okuduğunu ama artık okuyamadığını söylese de henüz 20’li yaşlarında olan gençlerin “Artık okuyamıyorum.” cümlesiyle tam olarak neyi kast ettiğini anlamak pek kolay değil.

 Bir zamanlar birbirimizin okuma yolculuğuna eşlik ettiğimiz arkadaşlar arasında da dertlenerek, gamlanarak birbirimize “Artık okuyamıyorum.” itirafında bulunuyoruz. Bedendeki kasların ve sinirlerin aşınmışlığı, ilerleyen göz rahatsızlığı, yaşlı ve torun bakımı hizmeti verirken, hayatın gittikçe artan temposuna mukavemet etmek... Böyle durumlarda herkes kendi “okumaya yetişme/yetişememe” deneyiminden bahsediyor. Kimi ancak yolda okuyabildiğini söylüyor, kimisi okuyanların okuma paylaşımlarına gıpta ile baktığını, hatta bazen haset ettiğini söylüyor.

 İnsanların bir araya gelme mekânları bir hayli değişti büyük şehirlerde. Cenaze, düğün bir de sanal mekânlarda rastlıyor insanlar birbirine. Hal böyle olunca geçmişi güne bağlayan sohbetlerden mahrum, her şeyin tam da şimdi ortaya çıktığı yanılgısına sıkça düşüyoruz. Oysa bazı “sıkıntılar” insanlık tarihi kadar eski. Mesela “tarihin ilk filozof imparatoru” olarak kabul edilen Marcus Aurelius’un Kendime Düşünceler kitabında geçen şu bölüm, “okuyamama” şikâyetinin ne kadar eski olduğunu ortaya koyuyor:

 “Artık okuyamıyorsun. Fakat kibre, zevke ve acıya hâkim gelebiliyor, ün denen değersiz şeyin üstesinden gelebiliyor, duygusu ve kaba insanlara öfkelenmeyebiliyor, hatta onlara yardımcı olabiliyorsun.” (VIII. kitap/8 s. 79)

 Aurelius’un kendisine söylediği bu cümleleri biz kendimiz için de söyleyebiliyor muyuz? Özellikle kibre, zevke, öfkeye ve acıya hâkim olabilme bahsi.

 Aurelius’un pişmanlığı tanımladığı paragraf, duygularımıza binlerce yıl öncesinden mihmandar:

 “Pişmanlık, geçip giden bazı yararlı şeyleri ihmal ettiğin için kendine ettiğin bir çeşit sitemdir; iyi bir şeyin yararlı da olmalıdır ve iyi bir insan tarafından daima fark edilmelidir. Hiçbir iyi insan zevki ihmal ettiği için pişmanlık duymaz. Öyleyse zevk ne yararlı ne de iyidir.” (s. 79) (Keşke kitap iyi bir redakteden geçeymiş demekten kendimi alamıyorum. F.B)

 Yazıya “artık okuyamıyorum” başlığı atıp Roma İmparatoru’nun satırlarını nakletmem tuhafınıza gidiyor, belki de benim ne kadar çok okuduğumu ortaya koymaya çalıştığımı zannediyorsunuz. Yanılıyorsunuz, ben de eskisi kadar okuyamıyorum. Ama okuyamadığım zamanları kitap dinleyerek telafi etmeye çalışıyorum. Sesli kitap olarak dinlediğim kitapları her ay üst üste koysam şaşırırsınız. Nitekim Aurelius’un “Kendime Düşünceler” kitabını önce dinledim, sonra kitabını aldım, kitabını aldıktan sonra tekrar dinledim. Daha önce okuduğunuz bir kitabı dinlerken ya da daha önce dinlediğiniz bir kitabı tekrar okurken çok farklı noktalar üzerinden kendinizle diyaloga girdiğinizi görüyorsunuz.

 Sesli Kitap, ilk defa 2013 yılında Şikago’da o sıralar liste başı olan bir romanın CD’si ile birlikte satılışına tanık olduğumda gündemime girmişti. Sordum, banliyöde oturanlar her gün iki saat şehre geliş iki saat eve dönüş olarak ömürlerinin dört saatini yolda geçirdikleri için yol boyunca kitabın CD’sini dinler, sonra eve gidince yatmadan önce yolda dinlediklerine göz gezdirip birkaç sayfa okurmuş. O vakitler her gün rutin olarak yaptığım ev işlerini yaparken kitap dinlesem ne güzel olurdu diye hayal kurardım. Cep telefonlarındaki teknoloji ve hayatımın zaruret anı birleşince bu hayal gerçekleşmiş oldu. Ev işlerinin hayatımızdan ne kadar vakit çaldığını sesli kitap dinlemeye başladığım bir ay boyunca net bir şekilde idrak etmiş oldum. Ev işi yaparken (derleme-toplama, silip-süpürme, yemek pişirme) her gün en az dört saatim “kayıp”. Sesli kitap dinleme ile birlikte ev işleri bir anda bitiyor, dinlediğim kitabı biraz daha dinlemek için ilave işler icat ediyorum. Bir ay boyunca dinlediğim kitapları üst üste yığınca okuyarak asla bunları bitiremeyeceğimi fak ettim. Sesli kitap dinlemeye 2021 Aralık ayında başladım. 2021 Aralık ayı boyunca Tolstoy- Diriliş, Dostoyevski- Suç ve Ceza, Halit Ziya- Mai ve Siyah, Burhan Sönmez- Masumlar, Halide Edip- Sinekli Bakkal’ı dinledim. Kitapları üst üste koyunca bunları bir ayda okumamın asla mümkün olmadığını söyleyebilirim. Çünkü asla o vakti bulamazdım. Bulsam, gönül rahatlığı ile roman okumaya ayıramazdım.

 Madem sesli kitap üzerine tecrübemi aktarıyorum o halde bazı püf noktalarını da paylaşmam gerekiyor. Sesli kitaba, sadece yapmakta olduğum başka bir iş varken odaklanabiliyorum. Belki bu benim “dinleme kapasitem” ile ilgili ya da uzun yıllara dayanan dinleme yordamımla ilgili. Bizim çocukluğumuz, radyo dinleyicisi olarak geçti. Televizyon ancak akşam saatlerinde açılırdı, pek de seyredilecek bir şey olmazdı. Çocuk hafızamda seyirlik olarak hatırladığım tek şey “pilli bebek”. Radyoyu gönül rahatlığı ile dinlememiz için onu hak etmemiz gerekirdi. Çünkü radyo dinlemek, ancak bir iş yaparken “masum”du. Yoksa boş boş oturduğumuza hükmedilirdi. Daha ilkokula bile başlamadan elimize bir tığ bir yumak verilir, saatte ne kadar ördüğümüz üzerinden değerlendirilirdik. Başkalarının kızı hep daha becerikliydi, hep daha güzel örerdi. Sesli kitap bana, geçmişin hak edilen radyo dinlemeleri gibi geliyor.

Sesli kitap dinlerken en önemli konu hangi kitabı kimin sesinden dinleyeceğiniz meselesi. Neden o kitap değil de bu kitap? Dinlemenin yüzde yüz kaliteli olması için motivasyon önemli. Mesela bendeniz bu yazıyı gazeteye göndermeden önce Sait Faik Abasıyanık’ın Alemdağ’da Var Bir Yılan adlı öykü kitabını dinlemeye başladım. Yıllar önce okuduğum bu kitabı temmuz ayının şu yakıcı günlerinde dinleme isteğini, kıymetli öykü yazarı Mukadder Gemici’ye borçluyum. Mukadder Gemici’nin Sait Faik’in Alemdağ’da Var Bir Yılan üzerine yaptığı analizler, dönemin edebi kamusuna tanıklık etmek, dün ile günü birlikte görmek hususunda yeni imkânlar sunuyor.

 Meraklısı için notlar

 1-Mukadder Gemici, Sait Faik Abasıyanık’ın Alemdağ’da Var Bir Yılan’ı, Ketebe Yayınları.

 2- Görmeyi öğrenmek ve bakışı tazelemek hususunda çağdaş yazarların, kendi üzerlerinde rüçhan hakkı olduğunu düşündüğü yazarlara dair yazması çok kıymetli. Hikâyeyi görmek bahsinde ufkumu açan ilk metinler, Mustafa Kutlu’nun Sait Faik ve Sabahattin Ali üzerine yazdığı kitaplar olmuştu.

 3- Storytel’de artık dinleyecek bir şey bulmakta çok zorlanıyorum. Storytel, Türkçe bininci kez senaryolaştırılan yazarların kitap seslendirilmeleri ile doldu. Türk klasikleri bir elin on parmağını geçmeyecek düzeyde. Ahmet Mithat Efendi, Halide Edip onlarca eseri ile dinleyebilmemiz için bekliyor.

 Batı klasiklerine gelince, bütün Orweller, Woolflar dinlendi. Londonlar bitti. Seslendirilmiş iki T. Hardy bitti. Steinbeckler bitti.

Dinlenecek dünya kadar kitap var, ama hiçbirinin Türkçe seslendirmesi yok. Bir tane Milan Kundera mesela? Yok. Umberto Eco? Yok.

 Fikir kitapları kategorisi ise kişisel gelişim ile doldurulmuş vaziyette.

 4- Muhafazakâr kesimi hedef aldığı söylenen sesli kitap uygulamasına üye oldum. Sonuç tam bir hayal kırıklığı. Muhafazakâr kesimden birkaç kitap seslendirilmiş, gerisi “halk bunu istiyor” zevksizliğinde.

 5- TRT’de bir zamanlar çok severek dinlediğim “Bir Hikâye Bir Roman” programı vardı. Hazır ellerinde zengin bir arşiv varken TRT Dinle’nin Sesli Kitap kategorisini zenginleştirmesi gerektiğini düşünüyorum.

#Aktüel
#Toplum
#Fatma Barbarosoğlu
9 ay önce
“Artık okuyamıyorum” diyenler için okuma ve dinlemeye davet...
Dövizde çözülme hızlandı: Bir haftada 15 milyar USD
“Evine dönemezsin...”
Antisemitizm, 7 Ekim ve Biden’ın Vietnam’ı
Yangından mal kaçırma: Terör örgütü ABD’den tanınma istiyor!
Unutma sakın!