|
Gün düne nasıl bağlanır? Ya da kravatlı dilenci...

Yıl ne zaman yenilenir? Ne zaman bütünlenir? Eskiler için yılı bütünleyen ay Ramazan-ı şerifti. Biz modernler rakamların peşindeyiz. Bir yılı geride bırakmak için takvim yapraklarının bitmesi şart. Gözler ille de 31 Aralık tarihini görecek.

31 Aralık hafızamda, Saatli Maarif ya da Ülkü takviminin son yaprağı koparılırken rahmetli büyükannemin ve büyük babamın “Bir yıl daha bitti...” diye başlayan hüzünlü sohbetlerinde, gidenlerin ve yeni gelenlerin muhasebesinin tutulduğu zaman olarak kayıtlı.

31 Aralık’ta üzüntüye gark olan rahmetliler, üç aylar girince, hele hele Ramazan’ı şerif yaklaşınca geriye doğru sayarlardı. Beş gün sonra, üç gün sonra, bu gün teravihe başlıyoruz... Nasıl bir zaman algısı ki aralık ayının son gününde kederlenen büyükannem ve büyükbabam, ramazan ayında tazelenirdi. Modernlerin bilmediği, postmodernlerin hiç anlayamayacağı bir zaman algısı.

Postmodernler dedim de... Mart 2020’den itibaren zaman algımın yara aldığını üzülerek fark ediyorum. Karantina günlerinden itibaren haftaları ve ayları upuzun bir gün gibi yaşadığımı fark ediyorum. “Dünya hayatı bir gün, o da bugün” gibi değil ama. Keşke öyle bir idrakin içinde olsam. Tam tersi. Bitimsiz, sündürülmüş bir günün içinde mahpus kalmış gibi.

Mümin zamanı bölerek yaşar. Zamanı gün gün, günün içinde saat saat, saatin içinde dakika dakika, dakikanın içinde saniye saniye yaşamak için ne çok çaba sarf ediyorum. Geniş bir anın içinde kalmak için... Mahur Beste’nin anlatıcısı kendisine isyan eden kahramanı Behçet Bey’e ânı anlatırken diyor ya hani... Esasen o ân demiyor hâl diyor: “ ...Hâl, geleceği, geçmişi görmeye yarayan bir rasat kulesidir.” (Mahur Beste, s. 155)

Geleceği ve geçmişi rasat kulesinden görmek için hâli ya da ânı bütün genişliği ve derinliği ile idrak etmek gerekiyor.

Bir ânın içinde kalmıyorum. Ama günün içinde kalıyorum. O bir günün içinde kaldıkça dibe battığımı hissediyorum. Günün içinde bir “dün” var ve fakat sanki yarın yok.

Bu yazı için “dün” 1932, gün ise 30 Ekim 2021.

Önce günden başlayayım.

Mekan: Türkiye’nin ilk bankası unvanına sahip bankaya ait bir kitapçı. Kitapçıdaki görevli, 30 yaşlarında ve bulunduğu mekanın ve zamanın hakkını layıkıyla ödeyen genç bir adam. Adı Umut. Adının hakkını vermek için seferber. Daimi müşterilerinin okuma zevklerini ezbere biliyor. Ortam, kitapçı dükkanından ziyade ayaküstü kitap seçilen kütüphane gibi. Dolayısıyla karşımızda “kitap satış elamanı” değil de okuyucularının okuma zevkiyle yakından ilgilen genç bir kütüphane memuru var. Okuyucuları/müşterileri, yeni çıkan kitaplardan, haftanın indirimli kitaplarından, daha önce arayıp da bulamadıkları kitapların yeni baskıya girip girmeyeceğinden haberdar ediyor.

Hafta sonu öğleden önce olduğu için ortam tenha. Görevli ile birlikte dört kişi var. 65-70 yaşlarında bir adam, 20’li yaşlarda bir genç kız ve 55-60 yaşlarında bir kadın.

Görevli ile genç kız henüz vizyona girmiş Dune filmi üzerine konuşuyor. Filmin etkileyici müziğinden. Filmin sadece sinema salonunda seyredilebileceği bahsi, pandemi, maske, mesafe alt başlıklarına doğru ilerliyor.

55-60 yaşlarındaki kadın, baskısı bitmiş bir kitabın peşinde.

65-70 yaşlarındaki adam, Azra Erhat çevirileri ile ilgili sorular soruyor.

Zaman, kitap, film, müzik eşliğinde akarken, kitapçıdan içeri 70-75 yaşlarında bir adam girdi. Balık sırtı ceketi, ceketinin içindeki gri süveteri, çizgili gömleğinin yakasını bağladığı gri çizgili kravatı emekli memur izlenimi uyandırıyor. Temiz pak, görmüş geçirmiş adam, eşikte öylece bekliyor. Görevli Umut Bey, “Buyurun” diyor. Fakat yaşlı adam buyurmuyor. Umut Bey tekrar “Buyurun, ne istemiştiniz?” diye soruyor. Aradığı bir kitap olduğundan emin.

Yaşlı adam iki elini yavaşça yana açıyor ve boynunu büküyor, ağzından tek bir kelime çıkmıyor.

Bu gayet düzgün giyimli adam ne istiyor?

Kitapçıdaki hiç kimse adamın ne istediğini anlamıyor. Adam elleri yana doğru açılmış öylece durup yutkunuyor. Boğazında bir taş varmış da yutkundukça o taş boğazını yırtıp geçiyormuşçasına ıstırap çekiyor. Ne o derdini anlatabiliyor ne kitapçıdakiler onun derdinin ne olduğunu anlayabiliyor. Nihayet 55-60 yaşlarındaki kadın cüzdanını çıkarıyor. Adam başını öne eğiyor. Cüzdandan çıkan para adama ulaşıyor. Adam başı önünde uzatılan parayı alıyor, arkasında derin bir boşluk bırakarak gelişi gibi sessiz çıkıp gidiyor.

Kitapçıdakiler hiçbir şey olmamış gibi davranmaya çalışıyor. Birkaç dakika öncesi doğal bir gündelik hayat sahnesi olarak akan zaman, ellerini yavaşça iki yana açmış, boğazına kelimelerden taş oturmuş yaşlı adamdan sonra akan nehir kimliğinden çıkarak donuyor.

Ahmet Haşim çıkıp geliyor, 1932 Aralık ayında Milliyet gazetesinde tefrika ettiği Frankfurt Seyahatnamesi ile... “Dilenci estetiği” ismini taşıyan, Şark’ın dilencileri ile Garb’ın dilencilerini mukayese ettiği yazı. Ahmet Haşim, Şark’ın kendisine hiç benzemeyene merhamet edişine karşılık Garb’ın en kendisine benzeyene yakın duruşunu tasvir ediyor. Şark, dilenen adamdan adeta artistik bir makyaj ve performans beklemektedir, ama Frankfurt caddelerinde dilenciler ne kadar beyefendidir: “Frankfurt caddelerinde en çok garibime giden insan, dilencisi olmuştur. Bu dilenci, temiz gömlek ve yakası lekesiz elbisesi, ütülenmiş beyaz mendiliyle iyi bir kahvaltıdan sonra sigarasını yakarak sabahın neşeli kalabalığı içinde işine giden herhangi bir efendiye benzer... Merhametli hanım veya efendi, sadakaya muhtaç adamın kendisine bu kadar benzer oluşuna tahammül edemez...”

Ahmet Haşim şimdi burada olsaydı, kendisine çok benzeyen bu adamın –adam hakikaten Ahmet Haşim’e çok benziyor- tıpkı bir Alman gibi dileniyor oluşu hakkında ne düşünürdü?

Frankfurt dilencilerinin “düzgün halleri”ni gören Ahmet Haşim, muhatap olduğu bir Almana “Bunlara nasıl acıyabiliyorsunuz?” diye sorar. Almanın şu cevabı verir: “Mecbur olmadan el uzatabilecek bir Alman tasavvur edemeyiz; onun için dilenen bir Alman, bizi kendine acındırmak için fazla yalana ve zillete düşmeye muhtaç değildir.”

Yazıyı bir vuruş cümlesi ile bitirmem gerekiyor. Ama cümleyi yazmayacağım. O cümleyi her okuyucunun bizzat kendisinin kurmasını beklediğim için...

Meraklısı için not:

Niye bu yazıyı aylar önce, yani tanıklığımın hemen ertesinde yayımlamadım?

Tanık olduğum olayı unutmamak için sıcağı sıcağına harflerin gövdesine yükledim. Sonra bekledim. Vakti gelmez ise belki de hiç yayımlamaz idim. “İftar menüsü 800 TL oldu” haberlerine rast gelince, vakit gelmiş dedim.

Mekâna gelince... Umut Bey terfi etti. Artık kitapçıda bulunmuyor. Kitapçının önünde alt geçit yapım çalışmaları... Zaman dondu, mekân suyu çekilmiş değirmen gibi ıssızlaştı. Gündelik hayat sahnelerini devşirdiğim kitapçıdan da mahrum kalmış oldum.

#Ramazan-ı şerif
#Ahmet Haşim
#Azra Erhat
2 yıl önce
Gün düne nasıl bağlanır? Ya da kravatlı dilenci...
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı
Genişletilmiş teröristan projesi böyle çöktü
İsrail’le ticaret ve Deutsche Welle