|
Keşkelerden bir orman

Nefesini yorgun bir trenin yokuş çıkarken ıhlayıp pıhlaması gibi alıp veren yaşlı adam “yaralandığım yer orası değil asıl, o görüneni” demişti ilk gün. Bu nefes ritmini o kadar benzetmiştim ki bir trene, hani birden o incecik kalkış düdüğü çalınsa koştura koştura son vagona yetişmeye çalışırdım.

Oysa “bir yerden başka bir yere gidecek” durumda değildik. İkimiz de “aynı yaradan iyileşmeyi” bekliyorduk bizi yerleştirdikleri yataklarda.

Daha doğrusu ben, yaşı henüz on sekiz bile olmamış, hani neredeyse bıyığı yeni terlemiş bir delikanlı olarak iyileşmeyi bekliyordum tabii. Ama yaşlı adamın “hayırlısıyla bu sefer ölmek”ten başka bir beklentisi olmadığını anlamıştım tez zamanda.

Hani umutsuz umutsuz konuşup sonunda “Allah canımı alsa da kurtulsam” diyen yaşlı insanlar vardır. Yaşlı adam onlardan biri değildi. O daha ziyade her sabah herkesten önce uyanıp, ellerini semaya açıp “Yarabbi, bugün bari al emanetini” diye sessizce dua edenlerdendi bence.

İkimizin de refakatçisi yoktu. Ben, aileme “ne gerek var, gündüzleri ziyaret saatlerinde gelseniz kafi” deyip konuyu kapatmıştım. Yaşlı adamın da kimi kimsesi olmadığını düşünmüştüm. Çünkü refakatçisi olmadığı gibi herhangi bir ziyaretçisinin de olmadığını anlamıştım birinci haftanın sonunda.

Annem, babam, abim, ablam, ailenin geri kalanı, arkadaşlarım… Çok sıkı takip edilen ziyaret saatlerinde cümbür cemaat odaya dalıyorlar, Sivaslılığıyla gurur duyan hastabakıcı Ahmet abinin “ziyaret saati bitti, lütfen odaları şey edelim” diyen gür sesi duyulana kadar başucumdan ayrılmıyorlardı. Ziyaretime gelen herkes elbette yanımdaki yaşlı adama da hal hatır ediyordu. Annem, ziyaretine gelen olmadığı anlaşılınca yaşlı adama her gün bir ihtiyacı olup olmadığını da sormaya başlamıştı. Adam hiçbir şey istemiyordu ama annem doktorların izin verdiği yiyeceklerden bana günlük olarak ne kadar getiriyorsa yaşlı adama da o kadar getiriyor, “kızım ne gerek vardı” demesine aldırış etmeden “yersin amcam yersin, gün uzun” diyerek paketi usulca yatağının yanındaki çelik komodine bırakıyordu.

Annem o gün “bir ihtiyacın var mı amca?” diye sorduğunda “bir mektup yollamak ihtiyacı hasıl oldu kızım, sana zahmet olmayacaksa” demişti ıhlayıp pıhlayan nefesini daha da zorlayarak. Annem “zahmeti neymiş amca, yolumun üzerinde postane” deyip almıştı zarfı.

Akşamı uzundur hastanenin. Geçmek bilmez. Ben, aç kurtlar gibi kitap okuyordum genellikle. Yaşlı adam da kah içi geçip kestirerek, kah sesini kimseyi rahatsız etmemek için çok kıstığı el radyosundan şarkılar dinleyerek atlatmaya çabalıyordu akşamları.

Akşamın geceye dönmek üzere olduğu demde yaşlı adam yatağında tüm gövdesiyle bana dönüp “ben aslında o mektubu yirmi yıldır yollamak istiyordum, cesaretimi anca topladım” demişti.

“Hayrolsun amca” demiştim. “Hayır yok bende de inşallah hayır olur tabii” deyip anlatmaya başlamıştı.

Ta seneler önce işleri güçleri yerinde, kalantor bir esnafmış yaşlı adam. “Ankara’nın yarısı benimdi diyeyim de anla” diye anlatmıştı işin orasını. Hızlı yaşamış tabii. Hani Angara bebelerinin “içki, pavyon, kumar derken cozuttuk tabii gardaş” dediği.

İşleri tepe taklak olmuş sonra. Bir de üzerine karısı kanserden ölünce “ben dönerim kızım tez zamanda” deyip 10 yaşındaki kızını uzağın uzağı bir akrabaya emanet edip cızlamış.

“Yani kızını öylece bırakıp gittin mi?” diye sormuştum büyük bir şaşkınlıkla.

“Tam öyle değil aslında” deyince “nasıl peki?” diye sormuştum saklayamadığım bir gençlik öfkesiyle. “İşleri düzelttiğimde dönüp gelecektim hızlıca, kızımı da yanıma alıp yeni bir hayat kuracaktım ama işler hiç düzelmedi. İşler düzelmeyince kızımın karşısına çıkmaya hiç cesaret edemedim. Kızımın karşısına çıkmaya cesaret edemedikçe de koptum gittim işte” olmuştu cevabı.

Sinirden neredeyse titreyerek “laf mı amca seninki” diye çıkışmış, “maçan yememiş kızına sahip çıkmaya, bırakıp gitmişsin. Malı mülkü pavyona, karıya kıza yedirip kendi kızına sahip çıkmayı becerememişsin. Mektubu kızına yazdın değil mi? Aradan geçmiş yirmi beş yıl. Kızın seni hiç unutmamıştır tabii ama çıkmışsındır da hayatından. Şimdi öleceğim sanıp son bir pişmanlıkla ‘affet beni yavrum’ ayağına yatıyon. Korkma amca korkma, bizim yaramızdan ölünmüyor” demiştim. Boynum şişmiş, sırtımdan ter boşanmıştı. Hanidir unuttuğum yaram bile sızlamaya başlamıştı.

Yaşlı adamdan çevirmiştim yüzümü. Odayı kesif bir sessizlik kaplamıştı.

Nice sonra yaşlı adamın yokuş çıkan trene benzeyen nefesi de duyulmaz olmuştu.

İşin burasını unutmuyorum. “Öldü mü kaldı mı acaba?” diye meraklanıp döndüğümde “affet beni yavrum demedim. Yaşadıklarımı da anlatmadım ona. Hatta hastanede olduğumu falan da bildirmedim. Zaten o mektubu yazalı yirmi yıl oluyor” demişti bana.

Acımıştım yine de yaşlı adama. “Peki ne yazdın?” diye sormuştum, benden bu soruyu sormamı beklediğini hissettiğim için.

“Keşke yazdım evladım” demişti, “kocaman bir keşke yazdım. Keşke demenin cehennem ehline ait bir hususiyet olduğunu bile bile keşke yazdım.”

İki gün sonra ölmüştü yaşlı adam. Doktorlar, hastanın o yaradan ölmesine anlam verememişlerdi tabii. Ben, yaşlı adamı öldürenin ne olduğunu biliyordum ama kimseye söylemedim. “Keşke söyleseydim”

diye bile düşünmedim.

#mektup
#hastane
#radyo
8 ay önce
Keşkelerden bir orman
Hilvan’da başladı Ankara’da bitti
"Tercüme Hareketi" dolayımında İslâmcılık
İyi Ki Varsınız
Bir Başka Mesele: Neden cinsiyet değiştiriyorlar?
Birliğe çağrı