“Ayrıca kul, fiillerini ilahî takdirin sevkiyle gerçekleştirmiş olsaydı itaat edeni övmek ve asiyi yermek anlamsız kalır, dua etmenin veya başarılı olmak için herhangi bir eyleme geçmenin tesiri umulmazdı. Allah’ın meydana gelecek olayları önceden bilmesi insanları belli fiilleri işlemeye sevk etmez. Kaza ve kaderle ilgili nassların dikkatli bir şekilde incelenmesi hâlinde bunların kulların belli fiilleri kendi iradeleriyle yaptıklarından dolayı cezalandıracağını beyan ettiği görülür. Cebir görüşünü savunanların Hz. Peygamber’e atfettikleri rivayetlerin gerçek olması mümkün değildir. Sonuç olarak günah işleyip bunu kaza ve kadere bağlamak Kur’an’a aykırı bir inanç olup Allah’a yapılmış bir iftiradır.”
“Hikâyât’ta görmüştüm. Bedevinin biri ona gelmiş ve sabrın ne olduğunu sormuştu. Bedeviye şu cevabı vermişti: ‘Sabr iki nevidir. Biri bela ve musibetler içinde iken gösterilen sabır’. Bedevi, ‘Ama sen zahidsin, ben senden daha zahid ve daha sabırlı birini görmedim’, dedi. Hasan-ı Basrî, ‘Ey bedevi, benim zühdüm tümü ile rağbet, sabrım tamamen sızlanmadır’, dedi. Bedevi, ‘Ne demek? Bu sözü bana izah ediniz, çünkü itikadım alt üst oldu’, dedi. Hasan-ı Basrî ona ‘Musibet ve taattaki sabrım, Cehennem ateşinden korktuğumu ifade etmektedir. Bu ise sızlanmanın ta kendisidir. Dünyaya karşı zahid ve isteksiz olmam, ahirete karşı ragıp ve istekli olmamdan başka bir şey değildir. Bu da rağbetin ta kendisidir. Nasibini ortadan alana (yani Cehennem ve Cennet için sabretmeyene) ne mutlu! Bu suretle bu durumdaki kimsenin sabrı halis muhlis Hakk Celle Celâluhü için olur, Cehennem korkusundan dolayı olmaz. Zühdü, mutlak surette lütfu bol olan Hakk için olur, Cennete ulaşmak için değil. Sıhhatli ihlasın delili işte budur.” Hücvirî, Keşfu’l-Mahcûb – Hakikat Bilgisi, Haz.: Süleryman Uludağ, Dergah Yayınları)
Nitekim, rehberliğinin değeri onun sözlerinden ve yaşayışından bizzat görülmektedir. Müslümanca bir hayatı, hakkını vererek yaşamak anlamında sanatlılık da onda zahir olmuş ve bu cihetle siyaset ve ilmî maharet dahil en geniş anlamıyla sanatkarların da pîri olma vasfını kazanmıştır. Onun düşünme ve yaşama tarzını izleyenlerin bunu dünya ve ahiret işlerine, eserlerine yansıtmamaları muhaldir.
Kaldı ki Nebevî usul ve yönelim de bunu gerektirir. Bu manada Hasan-ı Basrî’nin, dinini layıkıyla yaşamanın, ilim ve siyasete (yönetme bilgisine) sahibi olmanın bir fen veya sanat sahibi olmakla eş anlamda kullanıldığı; güzel düşünmenin ve amelin sanatlılıkla nitelendiği bir devirde, kendisinden sonra da birçok kişiyi ‘seyyidü’l-fityân’ olarak pîr olma - pîri olma esasında etkilediği görülmektedir.
Onlardan biri olan Ubeydullah Ahrâr, pîri, Ehl-i sünnet tefekkürü esasında şöyle tanımlamıştır:
Pîr kimdir, bilir misin? Pîr, kendisini Rasûlullah’ın râzı olmadığı bir şeyin bulunmadığı ve Rasûlullah’tan olmayan bir şeyin kalmadığı kimsedir. Hatta o, kendisinden ve arzularından sıyrılarak, nebevî ahlak ve vasıflardan başka hiçbir vasıf ve ahlakı yansıtmayan bir ayna gibi olan kimsedir.” (Tevhid ve Seyr u Sülûke Dair, Trc.: Abdurrahman Acer, Litera Yayıncılık)
Son üç yazıdır konu edindiğimiz Hasan-ı Basrî, mezkur vasıfta bir zihniyet kurucu pîr’dir.