Önceki yazımızı “İlahî Sanatı, icrası yönünden kalbi ve onun hallerini zemin edinen sanat, sadece sonuçları yani esere dönüşmesi itibariyle Fıkh’ın alanına girer” diyerek bitirmiştik.
Buradan bakıldığında insanın tanınabilir ve tanınamaz şeklinde iki ayrı özelliğe sahip olduğu görülmektedir. Felsefecilerin “İnsan bu, meçhul!” şeklindeki meşhur söyleyişleri de insanın layıkıyla tanınamayacağına dair kanaati özellikle destekliyor gibidir.
Bizim inanışımıza göre ise insan meçhul değil, malumdur. Çünkü onun hakkında Kur’an’ın ve Peygamberimizin verdiği bilgilerde bir eksiklik yoktur. Eksiklik onların verdikleri bilgilerin keşfinin henüz tamamlanmamış olmasındandır. Dolayısıyla insan insan olarak malumdur ancak onun hakkındaki zahirî ve batınî bilgilerin derinliği aşılabilmiş değildir.
Bunları keşfetme iddiasındaki tek ilim ve uygulama ise Tasavvuftur ki, bu müessesede tarikat adıyla ortaya çıkan her bir yeni yol onun iddiasının baki ama onun da henüz tamamlanmış olduğunu göstermektedir. Bu bakımdan, Kur’an ve hadislerdeki sahih bilginin ilk zamanki tazeliğini hâlen muhafaza ettiğini söylemek aşırı bir yorum olmasa gerektir.
Geldiğimiz bu noktada, Müslüman sanatlarına mahsus olarak ifade ettiğimiz “İnsan nefsi nedeniyle kendisinin kurdudur” şeklindeki ilk dinamiğin, insanın varlığına ve hayatına mana kazandıran özellikli ve öncelikli kimi isimlere, kavramlara ya da ıstılahlara göre inşa edilmesi elzemdir.
“Cismani kalp, cismani ruh (nefes, can), kötü arzuların kaynağı olan nefis ve bilgiler (toplamı olarak akıl). Bu dört kelimenin beşinci bir (ortak) anlamı var ki o da insandaki ‘bilen ve idrak eden güç’ anlamındaki ilâhî vergidir.”
Bunların devamında “Kur’an’da kalp kelimesinin geçtiği yerlerde bununla insandaki eşyanın hakikatini bilme ve tanıma yeteneği”nin kastedildiğini belirten Gazzâlî, Müddessir suresinin 31. ayetinde geçen “Rabbinin askerlerini ondan başkası bilemez” mealindeki ifadeden hareketle, “Yüce Allah’ın kalplerde, ruhlarda ve daha başka âlemlerde mahiyetlerini ve ayrıntılı sayılarını kendisinden başka hiçbir kimsenin bilemeyeceği donanımlı orduları” bulunduğunu söyleyerek, onlardan bazılarına işaret eder.
Zira ordulardan söz edilen yerde, savunulacak bir alandan ve bu maksatla yapılan veya yapılacak olan bir savaştan da söz ediliyor demektir.
Gazzâlî, bu maksadın içinde durarak kalbe, biri beden, diğeri basiret gözüyle görünen iki bölük asker nispet eder. Buna göre kalp kraldır, askerler ise onun hizmetçileri ve yardımcılarıdır. Kalbin gözle görünen askerleri el, ayak, göz, kulak, dil ve diğer dış ve iç duyu organlarıdır. Kalp bunları yöneten ve istediği şekilde kullanan bir otoritedir.
Kalp, Allah’a kavuşma menzillerini aşmak için sefer üzere yaratılmıştır. Allah’ın “Ben insanları ve cinleri sıf bana kulluk etsinle diye yarattım” (Zâriyât 51/56) buyruğunu buna delil gösteren Gazzâlî, bedeni kalbin bineği, ilmi onun azığı niteleyip, onu azığa ulaştırıp onları yanına almasına yardımcı olan sebepleri ise iyi ve yararlı ameller olarak belirler. Allah’a ulaşmak için bu dünyayı kalbin sefer menzillerinden bir menzil olarak gören Gazzâlî, bu minvalde dünyada da ihtiyaç duyulanı kazanmak gerektiğini söyler.
Özetle: Allah’ın orduları, insan, savaş ve kazanmak kelimelerini münferit karşılıklarıyla bilmenin ötesinde, asıl bunlarla ortaklaşa olarak zihniyet planında bir perspektifin tesisi gerekir.
Sanat bu perspektife dahildir.