Uzun süreli savaşların, tarihteki kayıtları kısadır.
Tarih cihetinden durum böyledir ama, insanlığın hikâyesi ya da insanların hikâyesi esasında savaş daima uzundur. Çünkü, asıl savaş inançların savaşıdır ve bir kök-imge üzerinden sürekli yenilenerek tekrarlanır.
Hikâye dediğimiz şey, bir inanma tarzından ibaret olduğuna göre, savaşın da neticede bir hikâyeler çatışması olarak nitelenmesi doğaldır, zira inançlarda farklılık olmasaydı hikâyeler, hikâyeler farklı olmasaydı savaşlar olmazdı.
Bunu şu örnek üzerinden açabiliriz:
“Semerkand hanı (Karakıtaylar’a) Hocend yakınında yenildi. 1141’de Semerkand’ın kuzeyinde bulunan Katvan sahrasında Sultan Sancar’ın kendisi Karakıtaylar tarafından ağır bir yenilgiye uğratıldı. Güçlü ve kuvvetli Selçuk Sultanı’nın bu şekilde kafirlere mağlup olması çağdaşları üzerinde çok büyük bir tesir meydana getirdi. Bu olay hakkında açık olmayan bir haber o vakit Filistin’de ve Elcezire’nin kuzey kısmında Müslümanlarla savaşan Haçlılar’a kadar erişti. Avrupalılar arasında ‘Doğuda Yohannes adında bir papazın Filistin’deki dindaşlarını kurtarmak için Müslüman memleketine hücum ettiği’ hakkında yayılan bir efsane de galiba bu 1141 yılı hadisesinin bir yankısı olarak meydana gelmiştir.”
Filistin’e binlerce kilometre uzaklıktaki bir beldede, Müslüman olmayan bir kavmin, yeni Müslüman olmuş kavimlerin oluşturdukları emirlikleri ve bunların tabi oldukları devleti yenmesinin, 1099 yılında işgal ettikleri Kudüs’ü Müslümanlara karşı savunmaya çalışan Haçlılar’da doğurduğu sevincin, yukarıda zikrettiğimiz bağlamda tek bir izahı vardır, o da savaşların kısa ama hikâyelerinin çok uzun soluklu olduğudur.
Asıl mesele savaş değil, çatışan hikâyelere mahsus gerçekler olunca, hikâyenin yaşandığı zaman ne olursa olsun, dünya küçülüvermektedir.
Kendi adıma, Rusya’nın saldırısıyla başlayan bu savaşta ne saldırandan ne de saldırılandan yana olmam, her şeyden önce kendi hikâyemdeki karşılıksızlıkları nedeniyle mümkün değildir. “İnsanlar ölmesin, mekanlar yağmalanmasın, kasalar boşaltılmasın, çocuklar şeker yiyebilsin…” romantizmiyle işleyen hümanizm hikâyesine de zaten tabi değilim.
İnanç ayrımı söz konusu olmaksızın, insan hayatı elbette değerlidir. Ancak Ukrayna’yı destekleyen Avrupalının, onların “kendileriyle aynı otomobillere binmelerini” ve yine kendileri gibi “mavi gözlü, sarı saçlı olmalarını” gerekçe edinmesi, inanç ayrımının insan hayatının önüne aldığını göstermektedir.
Bu, savaşın değil, savaş algısında ve insana bakışta hâlen, yukarıda zikrettiğim hikâyenin, inanç ayrımıyla, faşizmle tahkim edilmiş hükümranlığının yeni bir belgesidir.
Gerekçeleri, görünürdeki sebepleri ne olursa olsun her savaşın hikâyesi eskidir.