|
Bilimsel üretim mekânları, kampüsler, akademik gettolaşmalara mı yol açıyor?
Uzun yıllar üniversiteleşmeye karşı adeta direnmiş yüksek öğretim politikalarının ardından ileri derecede üniversiteleşmeye doğru benimsenen yeni politikalar ilk etapta Türkiye’de her ile en az bir üniversitenin kurulmasıyla büyük bir hız aldı. Her il’e en az bir üniversitenin de zamanla iyice hissedilmeye başlanan etkisi üniversitenin bir şehrin gündelik hayatının rutini haline gelmesi. Gerçi paradoksal olarak rutinleştikçe hissedilme oranı da azalmaya başlıyor, alışılıyor, hayatın kaçınılmaz bir boyutu haline geliyor. Üniversiteler özellikle orta ve daha küçük ölçekli şehirlerimizin hepsinin en önemli kurumları haline geliyor. Şehrin tüketim alışkanlıklarından, kentsel hizmetlere ve mekânsal düzenlemelere kadar her şeyi belirlemeye başlıyor. Bunun bir etkisinin üniversiteyi sıradanlaştırması, belki de
üniversiteyi yere indirmesi, ayaklarını yere bastırması, hayatla buluşturması
olduğunu söylemiştik. Bunun şehir hayatı için bilimi, bilim adamını, hatta bilimsel eğitim mekanlarını biraz daha sıradanlaştırması, hayatın bir parçası haline getirmesi kaçınılmaz oluyor. Belki eskiden merkez illerin dışında yaşayan insanlar için üniversite algısı uzaklığı oranında ideal olma iddiasına daha fazla hizmet ediyordu. Üniversite sayısının azlığına oranla profesör sayısı da çok azdı ve tabii ki azlığıyla orantılı olarak itibarı daha yüksekti ve bu itibarın tadını çıkarma konusunda, topluma biraz daha yüksekten bakma hususunda eski profesörlerin, öğretim üyelerinin iddiası da daha yüksekti.
Türkiye’de üniversiteyi baştan itibaren topluma bir vesayet kurumu olarak kullanan siyasetin, öğretim üyeleriyle, öğrencileriyle kurumun tamamını bir imtiyazlılığı hissettirecek bir mekân olarak tasarlamış olduğuna dair işaretler çoktur.
Üniversiteleşmeye karşı sergilenen direnç sadece ülkenin ekonomik durumunun yetersizliğiyle izah edilemez. Topyekûn bir kalkınma vizyonu olanların bu yöndeki bir girişimlerinde üniversiteleşmeyi de vazgeçilmez bir alan olarak düşünmeleri kaçınılmazdı. Ama topyekûn bir kalkınma vizyonu veya iradesinin hiç oluşmamış olduğu anlaşılıyor.
Elde var olan küçük kurumlar iktidarı elinde tutanların kontrol edebilecekleri bir alan olarak yeterli görülmüş olmalı.
Küçük olsun bizim olsun hesabı. Bu küçüklük ise ulaşılması, erişilmesi zor güvenlik duvarları sayesinde hiç de orantılı olmayan bir büyüklük iddiasıyla birlikte sürdürülmüştür. Büyük devasa üniversite binaları, itibarları ülke içinde son derece yüksek ama uluslararası, evrensel, üniversal bilgi çevrelerinde esamisi okunmayan profesörleriyle üniversitelerimiz.

Bu çelişkili durum üniversitenin mekânsal düzenlemesiyle de bilinçlere adeta nakşedildi. Kampüs bütün dünyada üniversite eğitim alanlarının, her şeyin dersliklerde sürdürülen öğrenim faaliyetlerini merkeze aldığı bir mekânsal düzenleme. Üniversite yönetimi, kantinler, yurtlar, çevre düzenlemesinin hepsinin merkezinde aslında nihayetinde öğretim faaliyetinin yürüdüğü derslik vardır. Ancak kampüsün, yani dersliği barındıran bu büyük kabuğun, aynı zamanda hayatın, kentin, toplumun neresinde olduğu sorusu Türkiye’deki üniversite fikri ile genel üniversite fikri arasında çok önemli farkların görülebilmesini sağlar. Toplumun önüne ileri fikirler koyabilmek veya ufuk açıcı, yol açıcı bilgi üretebilmek için toplumdan bu kadar uzak olmak mı gerekiyordur? Nizamiye kapılarından, kimlik kontrolleriyle girilen kampüslerde, öğrenci veya öğretim üyesi olmayanın giremediği dersliklerde, kütüphanelerinde, hatta yemekhanelerinde bilgi ve hayat arasında oluşan bu izolasyon nasıl bir bilgi üretimine, nasıl bir fikir bileşimine yol açar?

Üniversite kampüslerinin şehrin genel yapısı içerisindeki konumu
göz önünde bulundurulduğunda bilim dünyası ile hayatın olağan akışı arasında bir kopukluğun var olması sanki özellikle istenmiş gibi. Daha önce de değinmiştim, üniversitelerin mimarisi ve bilhassa
Kampus-yerleşke tasarımları
kendi başına bir şehir havasında. Şehrin bir hayli uzağında, şehrin tamamından ayrı,
“kendine-yeterlik”
iddiasında ve bir hayli izole bir yapılanmaya dayanıyor. Hele bir de bilim adamı kampus alanı içerisindeki lojmanlarda oturuyorsa, içinde bulunduğu şehirle doğru dürüst bir temas kurmadan haftalarca yaşayabilir.
Bu yapılanma tarzı bilim yuvalarını hayatın diğer alanlarından bir anda koparıveriyor. Bir üniversitenin içine girmek için, sizi şehrin geri kalan kısmından koparan birkaç prosedür izliyorsunuz. Her şeyden önce uzun bir mesafeyi göze almalısınız. Akabinde üniversite kampüsünün kapısında konuşlanmış olan güvenlik güçlerine kampus alanında ne işiniz olduğunu anlatmak zorundasınız. Bu ikili süreç
bilim alan
ına girerken
hayatın normal alan
ını geride bırakmanız gerektiği hissi verir.
Batıda üniversite yerleşkelerinin bu tarzı üzerine bir hayli tartışma yürütülür.
Halkla, şehirle ve hayatın diğer alanlarıyla bu kadar izole bir yerleşke düzeninin üretilen bilime de bir yansımasının olacağına, bilimi hayattan koparabileceğine dair kaygılar sıkça dillendirilir.
Yine de şu âna kadar gezdiğim birçok ülkenin hiç bir üniversitesinde bizdeki gibi üniversite girişlerinde kimlik soran veya üniversitenin içinde ne işiniz olduğunu sorgulayan, bir izahatta bulunmadığınız takdirde sizi kapıdan çeviren bir tür “
nizamiye kapısı
” bulunmaz.
Dünyanın en kaliteli üniversitelerinin önemli bir kısmı zaten şehrin bir parçası.
Bir sokaktan diğerine geçerken üniversite alanının içine girmiş olduğunuzu fark etmezsiniz bile.
Üniversitelerin değişik birimlerinden, bilhassa kütüphanelerinden faydalanmak için üniversite mensubu olmanız gerekmiyor
. Belki dışarıya ödünç kitap çıkarmak için öğrenci veya üniversite mensubu olmanız gerekebilir, ama giriş çıkışlara ve orada faydalanmaya hiç kimse karışmaz.
İstediğiniz hocanın dersini takip etmek isteyebilirsiniz. Bunun için üniversite yönetiminden değil, sadece o dersin hocasından izin almanız gerekebilir. Bu durum üniversitelere giriş-çıkışları halk açısından o kadar kolay kılıyor ki, üniversite-halk ilişkisini tesis etmek diye bir sorundan bahsetmek bile abestir. Üniversiteler zaten halka aittir.
Mümkün olan herkesin faydalanması üniversitenin canına minnet. Ne kadar çok kişi gelip faydalanabilirse, üniversitenin üniversite olma niteliği o kadar gerçek olur. Üniversiteden bilgi alınınca üniversitenin toplam bilgisi azalmaz
. Aksine daha da artar. Üniversiteden faydalanmak isteyenin ne dinine ne kimliğine hiçbir şekilde bakılmaz.
Üniversitenin misyonunun tam kapasite çalıştığının bir göstergesi, üniversiteden faydalananların kimliklerindeki çoğulluk ve zenginliktir. Üniversite dışlama değil içerme ilkesine göre çalışır.
Hülasa, üniversite yerleşkelerinin şehrin geri kalanına kendini zorunlu olarak kapatan bir tür öğrenci ve akademisyen gettosuna dönüşmüş olan bu yapılanmasının üzerinde durmak lazım.

Her ile bir üniversitenin kurulmasıyla sağlanan üniversitenin dünyaya indirilmesi misyonuna karşılık, kampüslerin mekânsal düzenlemesi bilimsel-felsefi düşünceye, bilimsel üretime nasıl bir boyut katıyor? Üniversite fikrinin geliştirilmesi adına sorulmaya değer bir soru değil mi?

#Aktüel
#Bilim
#Eğitim
#Yasin Aktay
9 ay önce
Bilimsel üretim mekânları, kampüsler, akademik gettolaşmalara mı yol açıyor?
Bir Başka Mesele: Truva atını içimize yerleştirdiler
Ahlâk kitapları ve “İslâm Ahlâkının Esasları”
Şimdi gözler Avrupa Birliği’nde…
Çocuğun adı Hanzala
İran, emperyalistlerle mi savaşıyor, Müslümanlarla mı?