|
Toplumu anlamak, değişimi görmek için

Topluma dair büyük siyasi tasavvurları olanları, bir değişim programı olanları, geleceğe dair bir ütopyaları olanları ilk hayal kırıklığına uğratan bizzat toplum olur genellikle. Sol devrimcilik açısından bu, tarihte defalarca tekrarlanmış her seferinde ciddi travmalara yol açmış bir konu olmuştur. Uğruna kavga ettiğini düşündüğü toplumun tam da en kritik anlarda hiç de oralı olmadığını gören devrimcilerin hemen toplumu “yeterince olgunlaşmamış”, “eğitimsiz” veya “cahil” diye suçlamaları çok alışıldık bir rahatlama yoludur.

Bunun öncesinde topluma veya halka, hatta millete yapılan güzellemeler ciddi bir ideolojik yanılsamalar yaratır. Bütün çeşitliliğiyle, dinamikliğiyle, çoğulluğuyla bütün toplumu kendi dar tasavvuruna sığdırırlar.

Bunu sadece sol mu yapar? Bir noktadan sonra kendi siyasi tasavvurlarını, duygularını toplumla özdeşleştiren herkesin, muhafazakarın veya İslamcının da içine düştüğü bir hata olabilir bu.

Siyasi rekabet bir noktadan sonra kendisine hiçbir şey sorulmamış halkın kendi yanında farzedilmesi yarışına dönüşür. Bir tür “toplumu kapma” yarışıdır bu. Herkes toplumu kendisinin asıl kendisinin temsil ettiğini düşünür. Konuşurken de bütün toplum adına konuşmak gibi bir kendinden yetki kullanır. Bir siyasi rekabet dili olarak son derece olağan doğrusu. Neticede herkes siyasi söylemde maliyeti düşük avantajları kapma yarışında olur. Sorun bir siyasi manevradan çıkıp buna fazla inanılmasında yaşanır. Yanınızda, hizmetinizde, davanızın öznesi zannettiğiniz toplumu en kritik zamanda, seçimlerde mesela veya bir kavganızda yanınızda görmezsiniz, alıp başını gitmiştir, tasavvurlarınızdan bambaşka bir yere.

Toplum öyledir çünkü ve toplumun iyi anlaşılması için her şeyden önce kimsenin uhdesinde olmadığının bilinip kabul edilmesi gerekiyor. Sahici siyaset herşeyden önce ciddi bir hermenötik çaba, ciddi bir sosyolojik bakış gerektirir.

Bugünlerde Türk toplumunun mevcut durumuna dair barometre tarzı ilginç araştırmalar yayınlanıyor. Bu araştırmalardan Türkiye toplumunun nasıl bir seyir içinde olduğuna dair önemli ipuçları yakalanabiliyor. Prof. Ali Çarkoğlu’nun arkadaşımız Ayşe Böhürler’in programında açıkladığı araştırma verileri mesela çok canlı bir kesit veriyor. Böhürler verileri “sakin olun, değişmiyoruz!” başlığı altında veriyorsa da rakamlar yine de değişmekte olduğumuzu yeterince gösteriyor. Ama bu değişim, Böhürler’in de kaydettiği gibi toplumdan yana beklentileri olanların arzularını muhtemelen tam karşılamıyordur.

Toplum sekülerleşiyor elbet, ama birilerinin istediği veya birlerinin korktuğu miktarda değil. Ateizm biraz artıyor ama son zamanlarda söylenen kadar değil.

Mesela 2008’de “Allah’ın gerçekten var olduğunu biliyor ve bundan hiç şüphe etmiyorum” diyenlerin oranı yüzde 93,1 iken 2019’da yüzde 85,2’e gerilemiş. Yüzde sekizlik bir azalış elbette az değil ve bu bir değişimi yeterince gösteriyor. Buna mukabil asıl ilginçlik, bu veriye tam ters olarak, hatta adeta tepki olarak gençlerin ibadet pratiklerinin anne babalarından daha yüksek olması.

Gençler arasında ayda 2-3 kez, her hafta birkaç kez ibadet pratiğinde bulunanların oranı yüzde 79, annelerinin oranı yüzde 64, babalarının yüzde 71.

KONDA’nın yine bugünlerde yayınlanan “TR100-2022 Türkiye 100 Kişi Olsaydı” başlıklı araştırma ise 2011 ila 2021 yıllarında yapılmış iki ayrı araştırma sonuçlarını karşılaştırarak on yıllık süreçte yaşanan değişimi ortaya koyarken inançsız-ateist sayısını 10 yıl önce sadece yüzde 2 olarak tespit etmişken şimdi yüzde 7 olarak tespit etmiş. Bu veriler birleştirildiğinde gerçekten hiçbir değişimin olmadığı sonucunu çıkarmaya daha fazla imkân oluyor. Nitekim aynı araştırmada ateist sayısı ile kendine inançlı diyenler aynı miktarda artmış görünüyor. Düzenli namaz kılanlar 2008’de yüzde 42 iken 2021’de yüzde 44’e çıkmış ama aynı zamanda hiç namaz kılmamış olanların sayısı yüzde 17’den yüzde 24’e çıkmış.

Bu araştırmaların tamamından sekülerleşmeye doğru bir gidişatın olduğu elbette çıkıyor. Ancak bu sekülerleşmenin neyin sonucu olduğu üzerine de ayrıca düşünmemiz gerekiyor.

Türkiye bu araştırma verilerinin ortaya çıktığı tarihlerde, yani 2008 yılından bugüne çok ciddi bir kentleşme sürecinden geçti. Burada kentleşme sadece köyden kente intikal etmek şeklinde değil, kırın dahi kentsel imkanlara kavuştuğu bir yaşam tarzı değişimine işaret ediyor.

2011’de 1-2 kişilik hanelerde yaşayan insanların oranı yüzde 15’ten on yıl içinde yüzde 22’ye çıkmış durumda. 3-5 kişilik hanelerin oranı aynı kalmış ama 6-8 kişilik haneler yüzde 16’dan yüzde 11’e düşmüş. 9 ve daha fazla kişinin yaşadığı haneler ise yüzde 3’ten yüzde 1’e düşmüş. Bu giderek daha çekirdek bir aileye hatta onun da ötesinde tek başına yaşayan insanların oranının daha da arttığı bir hane kültürüne gittiğimizi gösteriyor ki, bu ortamlara tekabül eden ciddi bir ideolojik ortam da olur.

Üniversiteleşme oranı yüzde 10’dan yüzde 20’ye çıkmış, şimdi ise toplumun yüzde 10’una yakını üniversite öğrencisi ve bu oran her geçen gün daha da artacak. Üniversite öğrencileri ve kampüs kültürünün kendine özgü yaşam tarzı ve ideolojileriyle birlikte geldiğini de biliyoruz.

Oturulan evin tipine dair veriler de konut niteliğinde bireyleşmeyi, başkalarından kopup atomize hale gelmeyi, mahalleden kopmayı daha fazla getiren apartman, site hayatının neredeyse toplamda yüzde 50 oranında arttığını gösteriyor.

Bu sosyolojik değişimlerin insanların dini pratikleri veya algılarına nasıl bir etkide bulunacağı hususunun hem dinin kitabında hem de sosyolojinin kitabında yeri vardır ve her şey bu kitaba uygun bir şekilde gerçekleşmektedir.

Sosyolojik değişimi Allah’ın Kitabı’yla birlikte okumak olup biteni daha büyük manzaradan görmeyi de sağlar. Hiç ihmal etmeyelim.

#KONDA
#toplum
#Ali Çarkoğlu
#Ayşe Böhürler
2 yıl önce
Toplumu anlamak, değişimi görmek için
Siyasette yumuşama: Mümkün mü?
Genç kimdir?
Başkan Erdoğan soykırım davasının müdahili olarak ABD’ye gidecek mi?
Özgürlüğün otoriterliği karşısında Filistin taraftarı öğrenciler
Gazze ışığında üniversitenin misyonu