|
Özbekistan keşifleri ve mükâşefeleri: Buhara, bizi çağırıyor… (4)

Özbekistan seyahat notlarımıza gösterdiğiniz ilgi için çok teşekkür ediyorum. Tarihe kayıt düşecek bir Aşk-ı Turkuaz seyahati oldu. Bugün ve yarın da seyahat notlarımızı paylaşmaya devam edeceğim. Seyfullah Yiğit kardeşimin kaleminden çok güzel bir pazar yazısı…

ÇAĞRI’NIN ÇAĞIRDIĞI RUH…

Buhara’nın kenarında, sakin bir yerde Nakşibendî Hazretlerinin kabrinin bulunduğu külliyenin önüne otobüsümüzü park ediyoruz… İkindi namazını eda ediyoruz huşû ile. Ve Hazretin huzuruna varıyoruz…

Kabir, üstü açık, genişçe bir avlunun içinde, çok güzel bir ağacın yanında iki metre yüksekliğin içine yerleştirilmiş. Aşağıdan bakınca kabri göremiyorsunuz. 

Bir kenarda durup, gözlerimi kapatıp derin sulara dalış yapıyorum… güzel bir manevî hava yakalıyorum. Sessizce, içimden dualar ediyorum… 

Ne kadar güzeldi o anlar… İnanmak, her şeyi bir şeyden ve bir şeyi her şeyden yapabilen Mutlak Varlık olan Kadir-i Zülcelal’e inanmak ne kadar güzel bir şey… önünde niyaza durduğum güzelliğin, Mutlak Güzel’in, yeryüzünde tecelli eden güzelliklerinden sadece bir tanesi olduğunu düşününce insanın içi inşirah doluyor. Evet, onlardan sadece biri Nakşibendî Hazretleri… Bir adam ama nasıl bir adam… Tek başına neler yapabilir ki demeyin! O bir adam yüzlerce yıl önce bir çerağ yakmış Buhara’dan… ve bu çerağ dünyanın her yerinde bugün de hâlâ insanları aydınlatıyor, kalplerini ferahlatıyor…

Haklı olarak şunu söylüyoruz tabi ki de:
İnsana, insanca yaşayabileceği bir medeniyeti ancak ve ancak insana İlahi bir nazarla bakıp, oradan hikmetin izini süren bir inanç sistemi/İslâm armağan edebilir.
Peygamberler… ve onların takipçileri olan Allah’ın (cc) veli kulları… inşa edilen medeniyetlerin çerçevesini manayla bezeyerek bunu ispat etmişlerdir. 

Gözlerim kapalı. Hem niyaz ediyorum hem de tefekkür… Nur’un menbaından doya doya beslenen bir Mürşid-i  Kamil’in ne gibi güzellikler yaptığını büyük bir iç huzurla tefekkür ediyorum… dünyanın her bir tarafında kalpler… Zikr-i hafiyle paklanıyor. Hatme-i Şeriflerde Şah-ı Nakşibend Hazretleri duayla yad ediliyor…  Kur’an ve sünnetten beslenerek kurduğu tasavvuf sistemi vesilesiyle birçok bölge ve yüzlerce milyon insan, İslâm oluyor. Anadolu, bunlardan sadece bir tanesi…

Yusuf Hocamızla birlikte huzurdayız... Yusuf Hoca, el pençe divan, edeple kabrin başında, başı önüne eğik, ceket düğmeleri kapalı dua ediyor. Yanında Mustafa abi ve Ahmet kardeş. Sağ taraflarında Beytullah abi ve küçük oğlu Muhammed. Yusuf Hoca’nın sol tarafında İsrafil abi ve İsrafil abinin arkasında ben. Çok güzel bir sessizlik var. Muhteşem! Yazarken, şimdi bile o sessizliği tahayyül edip, o eşsiz huzuru hissedebiliyorum… mânâ denizinde…

Kabrin içine girmek nasip olduğu için çok mutlu oluyoruz. Artık şunu daha emin bir şekilde dile getiriyorduk: Rabbimizin ihsanını ilan ediyorduk, şükrünü eda etmeye çalışarak tabii.
Buhara/Nakşibendi Hazretleri bizi çağırmıştı. Bizler de davete icabet etmiştik.
Kabrin olduğu avlu akşama doğru olduğu için olsa gerek sakindi. Külahlı bir genç bize çok güzel “
nakışlı
Buhara ekmeği
hediye ediyor. Ekmek, daire şeklinde, ince ve oldukça büyük. Tadı da pek güzel. Bunlar tesadüf değildi. O ekmeğin üstünde, gönüllerini zikirle güzelleştirenlerin göze de güzel gelecek nakışları vardı. Bu gelenek eminim, yine tasavvuf terbiyesi vesilesiyle oluşmuştu. Hayatın bir bütün olduğunu, her şeyin her şeyi etkilediğini modern insan ne kadar tasavvur edebilirdi ki? Domatesi market rafından alan modern tüketici, bize hizmet eden; hava, su, toprak ve güneş arasındaki muhteşem uyumu nasıl görebilir ki? 
İşte, Nakşibendi Hazretleri gibi mürşitlerin tasavvuf yoluyla yaptıkları şey tam olarak buydu.
Tevhid ve nübüvvet çatısını hayatın tüm alanlarına sevdirerek yerleştirmek…
bu ruh haliyle ekmeği yapan usta, gönlünde zikirle elindeki hamuru, nakışlarla güzelleştirerek müşteriye sunuyor. Buhara’da oluşturulan İslâm Medeniyetinin kendine has bir güzelliğinin olduğunu bırakın mimari eserleri, bize hediye edilen nakışlı ekmekte bile görmek mümkündür demek istiyoruz. 
Şuraya, şunu da ekleyelim.
Turist, anı, sadece zevklerle yaşamak ister. Seyyah ise, anı, kendisini zevklerden soyutlayarak üç boyutlu; mazi, şimdi ve istikbal şeklinde yaşar.
Seyyah, gördüklerini hisseder, dolayısıyla zevkten ziyade acı çekip ızdırap duyar. Hissedilen ızdırap, insanı yeis bataklığına atan bir ızdırap değildir. Mazide inşa edilen güzellik unsurlarını yeniden harekete geçirerek bütün insanlığa nefes olabilecek bir medeniyet armağan etmek için bir şevk kamçısıdır bu ızdırap. İşte biz böyle bir gruptuk. Seyyah başımız Yusuf Kaplan Hocamızın derdi tam olarak buydu. Bizim de.

Akşam namazımızı, külliyenin içinde bulunan camide cemaatle eda ettik. Külliyenin içinde dolaşırken çok güzel bir yere geldik. Her yer çok temiz ve ağaçlar çok bakımlıydı. Yan yana ağaçlar ve üzerinde öten kuşlar… ama nasıl ötüyorlar… aslında zikrediyorlar kendilerince…fıtratlarına göre.

DÜNYALARI AŞARAK KENDİ DÜNYASINA ULAŞMAK…

Kuşlar… gökyüzünde daire üstüne daire çiziyorlar… bir noktanın etrafında dönüp duruyorlar sanki… yer gök kuş seslerine eşlik ediyor… Biz de, aynı şekilde… Ne muazzam bir uyum, ne şaşmaz bir ahenk…

Yanımda Ahmet Cevdet kardeş, video kaydı yapıyoruz. Aynı zamanda kuşların zikrine olan hayretimiz üzerine sohbet ediyoruz. Sohbet ede ede ağaçların karşısında, duvar dibinde yer alan bankın üzerine oturduk. Tefekkür halindeyim ve yazıyorum yine. Kulağım cehrî yapılan kuşların zikrinde… Tek olsaydım o gece orada oturarak sabahlardım. Belki de bir ara uyurdum. Uykudayken Şah-ı Nakşibendi Hazretlerini görürdüm belki de. Rüya aleminde, mânâ aleminin sultanıyla hasbihâl ederdim. Geldik sultanım, geldik, demek isterdim. Sen davet ettin biz de icabet ettik. 

Bu kadar mıydı? Çocukluğumdan bu yana gerek duyarak gerek nazarla, muhabbeti kalbime nakşedilen Nakşibendî Hazretlerinin ziyareti bu muydu? Dahası da olması gerekmiyor muydu? Bir daha gelebilecek miydim? Kuşların cehrî zikrine yine bu avluda tanıklık edip hayret edebilecek miydim? Bu güzel, ruh dolu atmosferi ölmeden önce tekrar yaşayabilecek miydim? Sorular… sorular… ahh! Zeval ve firaklarla dolu fani dünya, sığmıyoruz işte sana! Asıl vatanımız, her yerde, bize, kendini hatırlatıyor. 

Bu kadar değildi. Bu kadarla kalmayacaktı. Hazretin huzurundan ayrılalı bir ay oldu.
Buhara’dan uzaklaştıkça Buhara’ya yaklaşıyorum! İnsanın manevî latifeleri onu diğer varlıklardan üstün kılıyor. İnsan, kendisinde gizlenen âlemleri keşfetmeli… kâinatı aşan yönüne ulaşmalı, oradan dünyaları kuşatmalı, dünyalar sunmalı bütün insanlığa…
#Aktüel
#Buhara
#Yusuf Kaplan
9 ay önce
Özbekistan keşifleri ve mükâşefeleri: Buhara, bizi çağırıyor… (4)
İçimizdeki Hans"lar!...
‘Mutlaka döneceğiz’ ya da Nekbe’dir yaramızın adı
O güne geri dönmek
‘İletişim aklı’
Bir sen bir ben bir de aile