|
Sanatın mimarisi ve tarihin ruhu: Ahlat’ı ve Bitlis’i keşfetmek

Bitlis’te düzenlediğimiz MTO Fuat Sezgin ve Bilim Tarihi kampımızın Ahlat ve Bitlis gezisi izlenimlerini Nuri Gür kardeşimizin şiirsel kaleminden aktarıyorum. Güzel bir pazar yazısı.

ANADOLU’NUN KAPISI VE TAPUSU AHLAT’IN RUHU…

Sabahın taze ışıkları, ruhumuzu coşku ve merakla doldururken Ahlat’a doğru yolculuğumuza başladık… Bir rüya gerçek oluyordu… Her döneme ait bir hikâye anlatan bu eski topraklara Abdurrahman Gazi Türbesi’nin kapısından girdik. Bu türbe, geçmişin sırlı kapılarını aralamamıza yardımcı oldu.

Abdurrahman Gazi, tarihin tozlu sayfalarında kayıp gitmiş bir kahraman gibi dururken, bu topraklarda Hz. Ömer zamanında hayatın kaynağı olan İyaz bin Ganem komutasındaki el-Cezire’nin parlayan yıldızıydı. Bu toprakların hikâyesi, sanki tarihin derinliklerinden yükselen eski bir destanın notaları gibiydi. Muaz bin Cebel’in soyundan gelen bu kahraman, Arap ordularının Ahlat’ı fethi sırasında şehit olmuştu. İşte bu topraklar, sanki kahramanların ruhlarıyla işlenmiş bir tabloydu; her köşesi, tarihin nefes aldığı ve bize de nefes aldırdığı bir eser gibi duruyordu.

Emir Bayındır Camisi ve Kümbet’inin göz kamaştıran bir mimarisi vardı. İslâm’ın estetik anlayışı, burada zirveye ulaşıyordu. Hem minaresi, hem kümbeti, İslam’ın incelikleriyle işlenmiş bir dua gibi yükseliyordu.

“Harabe Şehir”e ayak bastığımda, bu adının tam anlamıyla haklılığını gördüm. Harabe Şehir, adeta bir zaman makinesiydi. İnsanı geçmişin derinliklerine çeken, tarihin görkemli resmini sunan bir yerdi. Mağara evlerinin derinliklerine indiğimizde, geçmişin sessiz sırlarını keşfetmeye başladık.

Yolculuğumuz boyunca yanımda olan Muharrem Kartancı Hocamız’ın oğlu Efe, sadece bir yol arkadaşı değil, aynı zamanda bu serüvenin büyülü haritasını çizen bir hayal gücü ile her anı özel kılan bir dosttu.

Birlikte geçirdiğimiz zaman, sadece haritaları çizmekle kalmayıp, dostluğumuzun da bir haritasını çıkarmamıza yardımcı oldu. Bu gezi yaşın ve deneyimin ne kadar önemli olduğunu değil, kalbin ve ruhun ne kadar büyük olduğunu gösterdi. Mağaralardan şelaleye doğru inerken bir mescit ve çeşmeye denk geldik. Su, çeşmeden dudaklarımıza değdiğinde, sanki hayatın kendisi damarlarımıza doluyor gibiydi. O lezzet,

içimizi sadece serinletmekle kalmadı, gezinin tadını çıkarmamıza da yardımcı oldu.

Selçuklu mezarlığının girişinde, Yusuf Kaplan Hocamız özlü bir konuşma yaptı: “Şehirlerin ruhu

vardı, tıpkı eski dantel

işlemeli bir örtü gibi narin, saf, temiz ve derin bir ruh.” Ahlat’ın bu ruhu, sanki mistik bir melodi gibi kulaklarımıza fısıldadı, içimize çektik.

Selçuklu mezarlığının girişindeki sessizlik, sanki binlerce yılın öykülerini saklayan büyülü bir kapının anahtarı gibiydi. Her mezar taşı, sanki geçmişin unutulmuş masallarını anlatan birer destanın sayfasıydı. Ahlat’ın narin ruhu, sanki bir ressamın tuvaline renklerini fırçalarkenki ustalığı gibiydi. Her sokağın köşesinde, tarihin izleri vardı ve bu izler, gezimizin her anında bize eşlik etti. Şehrin bu temiz ve saf ruhu, sanki gökyüzünün en parlak yıldızı gibi gezimizi aydınlattı ve bu deneyimi sadece gözlerimizle değil, aynı zamanda kalbimizle de yaşadık. 

BİTLİS’İN HAZİNELERİ…

Bitlis’e doğru otobüsle yola koyulduk ve meydan bizi karşıladığında, talihimiz sanki Ahlat’tan farklı değildi. Orada da bilinmeyen bir haritada yol alıyorduk. Bu gezi, sanki bir masalın başlangıcıydı. Otobüsün sıcaklığı bizi sararken, adeta her ter damlası, bu yolculuğun sayfalarında yazılacak bir hikâyenin

mürekkebi gibiydi.

Bu gezi, adeta bir sanat eseri gibiydi, her anı ise bir tuval üzerine işlenmiş bir fırça darbesi. Şikâyet etmek yerine, bu hikâyenin yazarı ve kahramanı olmak için çabalıyorduk. Ve otobüsün penceresinden dışarı bakarken, yoldaki tüm zorluklara rağmen, bu yolculuğun her saniyesini bir hazine gibi görmeye başladık.

Bitlis’in minareleri, etkileyiciydi. Her bir cami, mimari zarafeti ve sanatsal zenginliğiyle büyüleyiciydi.

Meydan Camisi, tarihin izlerini sadece taşlarıyla değil, aynı zamanda zarif dekorasyonuyla da taşıyordu. Gökmeydan Camisi, yüksek minaresi ve avlusunun görkemiyle büyüleyici bir yapıydı. Ulucami, büyüklüğü ve detaylarıyla dikkat çeken bir mabet olarak öne çıkıyordu. Şerefiye Camisi ise Selçuklu mimarisinin özgün bir örneğiydi ve estetik zarafetiyle göz kamaştırıyordu.

Her biri, Bitlis’in zengin geçmişini ve kültürel mirasını en iyi şekilde yansıtan anıtlardı. Derviş hücrelerine adım attığımızda, sanki içsel bir yolculuğa çıktık. Duvarlarında çağlar boyu süregelen manevî arayışın izleri vardı.

Derviş hücreleri ve Şerefiye Camisi, tıpkı bir ressamın tuvaline renkleri fırçaladığı gibi, ruhumuza renk ve derinlik katan anılarla dolu yerlerdi. Burada gözlerimizle değil kalplerimizle görüyorduk eşyanın hakikatini. Sanatın ve tasavvufun birleştiği bu anlar, hayatın gerçek anlamını aramamıza ilham verdi.

Ecdadın sanatını ve İslâm’ın derin anlayışını hissetmek, tıpkı eski bir resim galerisinde kaybolmak gibiydi. Gökmeydan Camisi, bu sanatsal ve manevî yolculuğun başlangıç noktasıydı. İkindi namazını bu ihtişamlı yapının içinde kıldığımızda, adeta tarih ve sanatın dokusunu soluyorduk. Feyzullah Ensari’nin (r.a.) kabrinin bulunduğu mescit, sanki ruhumuzun derinliklerine inen merdivenler gibiydi. Akşam namazını kıldığımızda, tıpkı onun gibi, bu topraklarda kahramanlıkla dolu hikâyenin bir parçası olduğumuzu hissettik.

İşte bu topraklar, kahramanların izleriyle dolu, yaşayan bir müze gibiydi. Her adımımız, sanki geçmişin koridorlarında atılmış birer notaydı. Bu gezi, tarih ve sanatın büyüsüyle dolu bir masalın içine dalmak gibiydi. Bu kutsal topraklarda,

sadece geçmişi değil, aynı zamanda insanlığın ortak değerlerini ve kahramanlarının

mirasını hissetmek, gerçek

bir manevî deneyimdi.

Feyzullah Ensari’nin kabrinin bulunduğu camide hissettiğim haz ile Eyüp Sultan Camisi’nde duyduğum haz birebir aynıydı ve bu serüvenin tüm heyecanını taşıyordu. Gözlerim caminin muhteşem mimarisini süzüyordu, ancak bu yerin maneviyatı da derin bir etki bırakıyordu içimde. Feyzullah El Ensari Hazretleri’nin burada meftun olması, bu kutsal mekânı daha da özel kılıyordu. Onun manevî mirası, bu camide hissedilen huzurun ve coşkunun temel kaynağıydı. 

Bitlis gezisi burada sona erdi, ama bu yolculuk unutulmaz anılarla dolu. Feyzullah El Ensari ve Ebu Eyüp El Ensari Hazretleri’nin maneviyatıyla dolduğum bu anı, ömrüm boyunca unutamayacağım.

Akşam Van denizi kenarında, tiyatro ve şiirin büyülü dünyasına daldık. Gökyüzündeki yıldızlar,

sanki bize bu anın özel olduğunu fısıldıyordu.

Bu yolculuk, insanın içinde yaşanan, ruhu besleyen bir serüvendi. Bu kamp akşamı, hayatın en güzel şiirlerinden biriydi ve biz onun içindeki kahramanlarıydık.

#Aktüel
#Sanat
#Mimari
#Kültür
#Bitlis
#Yusuf Kaplan
8 ay önce
Sanatın mimarisi ve tarihin ruhu: Ahlat’ı ve Bitlis’i keşfetmek
Kara dinlilerle milletin savaşı
Küfre küfür, kâfire kâfir diyememek
Batı çalar, CHP oynar…
Rusya yaptırımları, ABD’nin Türkiye uyarısı ve çifte standardı
Nüfus