Küresel çıkmazın ortasında istikrarlaştırıcı bir güç: Türkiye

Türkiye tekil çıkarlar üzerinden değil; küresel adalet ve ortak sorumluluk temelinde hareket etmektedir. Hedef kısa vadeli kazançlar değil; uzun vadede istikrar üretecek, sistemi ayakta tutacak ve yeni çatışma alanlarının önüne geçecek bir uluslararası düzenin inşasıdır.

İllustrasyon: Cemile Ağaç Yıldırım.

Merve Suna Özel Özcan / Kırıkkale Üniversitesi

Rusya–Ukrayna Savaşı’nda dördüncü yıla yaklaşılırken, sahada ve diplomaside yaşananlar bize net bir gerçeği gösteriyor: Bu savaş artık yalnızca iki ülke arasında değil, küresel sistemin geleceği üzerinden yürütülen çok katmanlı bir güç mücadelesine dönüşmüş durumda. Taraflar barış maddeleri, ateşkes planları ve diplomatik metinler sunarken; sahada çatışmaların daha da sertleşmesi, söylem ile eylem arasındaki kopuşu açık biçimde ortaya koyuyor. Bu noktada gözden kaçırılmaması gereken temel husus şudur: Savaşın başında tarafları bir araya getiren, masa kuran ve müzakere zeminini oluşturan aktör Türkiye olmuştur.

SÖYLEM BARIŞ, EYLEM SAVAŞ

Masayı kuranlarla masayı bozanlar aynı değildir. Masaları bozanlar, sistemde çatışmadan beslenen, istikrarsızlığı bir strateji aracı olarak kullanan ve küresel dengelerin yeniden kurulmasını istemeyen aktörlerdir. Bu aktörler için barış bir hedef değil, geciktirilmesi gereken bir risktir. Bugün gelinen noktada küresel sistem ciddi bir denge krizinden geçmektedir. Büyük güçler arası rekabetin sertleştiği, bloklaşmanın derinleştiği ve savaşın normalleştiği bir uluslararası düzende, kutuplaşmayı artıran aktörlerden ziyade sistemi dengeleyebilecek aktörlere ihtiyaç vardır. İşte bu nedenle dengeleyici bir gücün varlığı artık tercihten öte bir zorunluluk hâline gelmiştir.

ANKARA DENGE KURUYOR

Türkiye tam da bu boşluğu dolduran bir aktör olarak öne çıkmaktadır. Ne taraflardan birinin uzantısıdır ne de pasif bir izleyici konumundadır. Türkiye, sürecin başından itibaren savaşın yayılmasını önlemeyi, diplomasiyi ayakta ve krizi yönetilebilir bir düzeyde tutmayı amaçlayan bir çizgi izlemiştir. Bu çizgi, klasik tarafsızlık anlayışının ötesinde, istikrar diplomasisi olarak tanımlanabilecek özgün bir yaklaşımı ifade etmektedir. Rusya–Ukrayna Savaşı’nın kontrolsüz biçimde derinleşmesi, yalnızca Avrupa’yı değil, tüm küresel sistemi içine çekecek yeni bir kırılmanın, hatta üçüncü dünya savaşı riskinin önünü açabilecek niteliktedir. Türkiye’nin bu süreçteki temel hedefi, savaşı yalnızca sonlandırmak değil; savaşın zincirleme biçimde küresel bir felakete dönüşmesini engellemektir. Bu nedenle Ankara’nın attığı her adım, yalnızca iki ülke arasındaki barışı değil, sistemin genel istikrarını korumaya yöneliktir.

Bu sürecin temel nedenlerinden biri de Afro-Avrasya bağlamında Türkiye’nin engellediği ve yönettiği güvenlik sorunlarının çoğu zaman yeterince hatırlanmamasıdır. Oysa bugün Rusya–Ukrayna Savaşı sürecinde Türkiye, Karadeniz’in ticari ve askerî güvenliğinden gıda güvenliğine, enerji arzından deniz ulaştırma hatlarına kadar birçok başlıkta aktif bir savunma ve koruma rolü üstlenmiştir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye, yalnızca bölgesel bir krizi değil; çok boyutlu bir küresel krizi yönetmektedir. Ancak sürecin en kırılgan noktalarından biri, Avrupa’nın giderek daha dışlayıcı ve ötekileştirici bir söylem ve politika setine yönelmesidir. Uluslararası ilişkiler literatüründe sıkça vurgulandığı üzere, küresel sistem dostluklar ve düşmanlıklar üzerinden değil; çıkarlar üzerinden şekillenir. Ne var ki bu çıkarların, günün sonunda tekil ve dar ulusal öncelikler yerine küresel ölçekte ve kolektif faydayı önceleyen bir zeminde ele alınması gerekmektedir. Aksi hâlde çıkar siyaseti, sistemi dengeleyen değil; çatışmayı derinleştiren bir unsura dönüşmektedir.

AVRUPA’DA ORTAYA ÇIKAN GÜVENLİK ARAYIŞLARI

Dünya, iki büyük küresel savaş tecrübesi yaşadı ve her iki savaşın öncesinde de ötekileştirici söylemlerin ve silahlanma yarışının doğru orantılı biçimde arttığı görüldü. Bu süreçler, yalnızca savaş dönemlerinde değil; savaş sonrasında da insanlık üzerinde yıllar boyunca süren derin yıkımlara ve travmalara yol açtı. Tarih, büyük çatışmaların aniden değil; uzun süreli söylemsel sertleşmeler ve kontrolsüz silahlanma üzerinden şekillendiğini açık biçimde göstermektedir. Bazen basit gibi görünen odak noktaları, sistem üzerinde son derece derin ve dönüştürücü etkiler yaratabilmektedir. Bu nedenle Rusya–Ukrayna Savaşı, yalnızca iki ülke arasındaki askerî bir çatışma olarak değerlen-dirilmemelidir. Belirli eşiklerde bu savaş, küresel sistemi ve uluslararası hukukun temel ilkelerini aşındırmakta; bu aşınma ise etkisini yalnızca Avrupa coğrafyasında değil, başka bölgelere de yansıtarak yeni kırılganlık alanları üretmektedir. Nitekim Avrupa’da son dönemde askerî harcamaların hızla artması da bu kırılgan sürecin en dikkat çekici göstergelerinden biridir.

Savunma bütçelerindeki artış, kısa vadede caydırıcılık söylemiyle meşrulaştırılsa da uzun vadede kıtanın güvenliğini sağlamaktan ziyade silahlanma sarmalını derinleştirme riski taşımaktadır. Avrupa’da ortaya çıkan yeni güvenlik arayışları, Türkiye’nin güvenlik alanındaki dengeleyici ve yatıştırıcı rolü üzerinden de okunmalıdır. Türkiye’nin benimsediği yaklaşım, savaşı derinleştiren bir güvenlik anlayışından ziyade, barışı önceleyen bir dengeleme stratejisini ifade etmektedir. Bu çerçevede Türkiye’nin rolü, çatışma üretmek değil; çatışmayı kontrol altına alarak diplomasiye alan açmaktır. Bu yaklaşımın en somut yansımalarından biri, NATO üyesi olmasına rağmen Türkiye’nin Rusya–Ukrayna Savaşı’nda taraflara eşit mesafede durabilmesidir.

TEKİL ÇIKARLAR MI KÜRESEL REFAH MI?

Güvenlik sorunlarının ve uluslararası hukuk ihlallerinin aşılabilmesi için sistemde yalnızca askerî caydırıcılığın değil; ortaklıkların ve iş birliklerinin güçlendirilmesi büyük önem taşımaktadır. Bununla birlikte, küresel sistemi ayakta tutan yapının hiyerarşik bir düzen olmadığı; aksine uluslararası örgütlerin sahip olduğu koruyucu ve dengeleyici kapasitenin belirleyici olduğu gerçeği göz ardı edilmemelidir. Bu çerçevede Türkiye, uzun süredir Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın küresel bir slogana dönüşen “Dünya beşten büyüktür” söylemiyle, mevcut küresel sistemdeki adaletsizlikleri ve yapısal sorunları dile getirmektedir. Kısacası Türkiye, süreci tekil çıkarlar üzerinden değil; küresel adalet ve ortak sorumluluk temelinde okumaktadır. Türkiye’nin odaklandığı nokta, kısa vadeli kazançlar değil; uzun vadede istikrar üretecek, sistemi ayakta tutacak ve yeni çatışma alanlarının önüne geçecek bir uluslararası düzenin inşasıdır. Dolayısıyla Türkiye’nin Rusya–Ukrayna Savaşı sürecinde yürüttüğü istikrar diplomasisi, yalnızca iki ülke arasındaki çatışmayı durdurmaya yönelik bir çaba olarak değil; Afro-Avrasya hattında ve küresel sistem genelinde güvenlik, hukuk ve iş birliğini yeniden tanımlamaya yönelik stratejik bir vizyon olarak okunmalıdır.