Şahin Doğan
“Bir damla bir damla daha iki damla etmez, daha büyük bir damla eder, diyeceğim. Nârâ atmaya lüzum yok, ihtiyaç da. Hatta çığlığın bile yeri değil. Ama hiç değilse iniltimizi duyuralım. Gözyaşlarımızı çoğaltalım. Geliniz, siyasetin elindeki demirin sertliğini büyüyen gözyaşlarımızla yumuşatalım. Cesaretlerinin karşısına mizanı çıkaralım. Hikmeti. Hürmeti. İnsana. Eşyaya. Kuşa kurda. Dağa tepeye. Taşa toprağa. Hürmeti ve muhabbeti ve merhameti. Sırf kendimiz için değil, artık bize katlanamayacak kadar yorgun hale gelmiş olan güzelim İstanbul için. İstanbulumuz için.”(D.Cündioğlu)
Talihsiz Bir Şehir Urfa.
Elimden gelseydi ve gücüm yetseydi bu mana dolu satırların çok daha fazlasını ithaf etmek isterdim. Sırf kendim için değil, artık biz Urfalılara katlanamayacak kadar yorgun hale gelmiş olan güzelim Urfa için, Urfamız için. Kıymeti henüz yeterince takdir edilememiş talihsiz bir şehir Urfa. Hakkında yapılan tanıtım programlarına bakınca Göbekli Tepe gibi dünyanın en eski tapınağına sahip, Hz. İbrahim, Hz. Eyüp, Hz. Şuayb gibi peygamberlere ev sahipliği yapmış, Roma, Bizans, Selçuklu, Akkoyunlu, Eyyübi ve Osmanlı gibi kadim medeniyetlere “başşehir” olmuş, (“başkent” kelimesini bilhassa kullanmamaya itina gösteriyorum çünkü “kent” tarihsiz, mazisiz, musikisiz, sevimsiz ve çok modernist bir kelime. Aksine “şehir” bir parça tarihtir, mazidir, musikidir.) Bediüzzaman merhumun ifadesiyle “taşı toprağı mübarek”, inanç turizminin gözde şehirlerden biri Urfa. Hiç şüphe yok ki bunların hiçbiri mübalağa değil tam tersine hakikat bunlardan daha engin, daha rengin, daha zengin. Kısacası Urfa'ya şehrengiz babında ne kadar “kibar kelam” sarf edilse yeridir ve yerindedir.
Han-ı Yağma…
Ama bu kadar takdire şayan vasıflar ile mutassıf olan güzelim “Şehr-i Urfa” ne yazık ki dün olduğu gibi bugün de sahipsiz, yersiz ve öksüz. Şehrin bir bakıma alamet-i farikası olan eski evler, restorasyon adı altında hayasızca bir “Han-ı Yağma” altında. Bu trajik duruma bir örnek görmek isteyenler tarihi Harran Kapısına gidip iç tarafta bulunan iki arslan kabartması ve ortasında bulunan arslan terbiyesini görebilirler. Tamamen bir restorasyon kıyımı bu. (Restorasyon öncesinde bu kabartmaların yüz hatları oldukça belirgin iken restorasyon sonrasında bu yüzler bir hilkat garibesine dönüşmüş bir durumda) Yörenin geleneksel sivil mimarisinin en güzel örneklerinden kafesli, cumbalı o şirin evler, kayıtsızlığın, aldırışsızlığın, lakaytlığın pençesi altında inim inim inliyor. Her şey “ihale eşkıyaları”nın insafına bırakılmış bir vaziyette. Sanat, estetik, tarih, mimari, “kapital” denen o meş'um şeyin ayakları altında bir sigara izmariti gibi hoyratça ve acımasızca eziliyor. O munis evlerden müteşekkil tarihi sokaklar tam bir çöplük ve mezbele halinde. İşin acı tarafı belediyemiz bunu seyretmekle yetiniyor sadece. Anlaşılan irademizi kendilerine emanet ettiğimiz yetkili mercilerin bize layık gördüğü muamele böyle. Hikayesi zor bir dünya bu. Zengin kat be kat daha da zenginleşirken fakirler aynı ölçüde daha da fakirleşiyor. Tarihin kadim diyalektiği değişmiyor hiçbir zaman. İktidar-burjuva-bilgin ittifakından oluşmuş berbat ve kahrolası bir diyalektik. Bütün her şey bu işgüzar üçlünün marifeti. Kızılkoyun'da bulunan Roma dönemi kaya mezarları sokak serserilerinin, balici ve tinercilerin ikamet ettiği zavallı bir harabeye dönüşmüş. Kale eteğindeki Roma dönemi kaya mezarları ise ondan daha zavallı, daha hazin bir durumda. Şehrin en büyük ve kalbi mesabesinde bulunan tarihi Milet Hanı sanattan, estetikten, tarihten, restorasyondan anlamayanların elinde can çekişiyor. Şu an orada çalışan elliyi aşkın Suriyeli işçiden hiçbirinin gündeliği dışında düşüneceği ve kaybedeceği bir şeyi yok. Bu acıklı durum hiçbir resmi yetkilinin umurunda bile değil.
Hilkat Garibesi Bir Peyzaj…
Hele Hızmalı Köprü ile Millet Köprüsü arasında yer alan Karakoyun deresinin çevre düzenlemesi ve peyzaj çalışması yok mu aman yarabbi! O ne büyük, ne feci bir zevksizlik, bilinçsizlik, tarih ve sanat şuurundan yoksunluk! Sadece tarihi mekanların çevre düzenlemesinde değil bütün çevre düzenlemeleri, peyzaj ve restorasyon uygulamalarında en hayati bir ilke olan “uyum” ve “insicam”ın esamesi bile okunmuyor burada. Her şey o kadar gelişigüzel, plansız, özensiz, şekilsiz. Çarpık, ruhsuz, kişiliksiz bir yığın betonarme, bir demir kütlesi, bir hilkat garibesi, bir “ucube” hepsi. Hem de milyarlarca lira masrafın hasılatından sonra. Derenin tabii ve tarihi dokusu bütünüyle mahvolmuş ve silüeti tamamen kapatılmış. Oradan her geçişimde iç dünyamda infilaklar kopar, bütün Urfa halkı ve sorumlu mercileri toplayarak onlara şöyle haykırmak daha doğrusu yakarmak gelir içimden: zevksizliğin, çirkinliğin, düşünce yoksunu o demir kütlelerin oraya çakılmasına nasıl izin verdiniz, bu güzelim dereye nasıl kıydınız, o böyle haince kıyılırken, tahrip edilirken, katledilirken nasıl seyirci kaldınız, hiç mi sızlamadı içiniz, sıkışmadı kalbiniz? Mimar Sinan, mimar Kemalettin, mimar Vedat, mimar Cansever gibi ustaların ruhlarını muazzep etmeye nasıl cesaret ettiniz? Avam halkın duyarsızlığını bir parça anlıyoruz ama o projeye onay veren yetkili makamların zevk yoksunu duyarsızlığı, asıl onu anlamak imkansız. Ne olurdu Allah'ım doğal halinde öylece kalsaydı, böyle bir kültür katliamı yaşanmasaydı!
Kendimi Yakmak İsterdim…
Tasannu olarak anlaşılmak korkusu taşımasaydım “Keşf-i Kadim” yazarı gibi şöyle haykırıdım: “… halkımı bu utançtan kurtarmak niyetiyle, hiç tereddüt etmeksizin, üzerime benzin döküp kendimi yakmak isterdim. Lakin hem itikadım, hem de hikmet'ten bu fakire nasib olan hisse böylesi bir itiraz biçimine izin vermiyor. O nedenle, bu toprakların haşarı çocuklarına vasiyetimdir, ben öldükten sonra, demir'i ve cesaret'i yumuşatmayı becerememiş bu yazının basılı olduğu sayfaları yakıp küllerini o kabus'un civarına saçsınlar!”