Abdülhamid’i hem yazdım hem de oynadım: Ben her şeyimle Büyük Doğucu’yum

Üstün İnanç, Necip Fazıl’ın yazdığı II. Abdülhamid oyununu sahneye koyarak 519 temsil gerçekleştirmiş. Bu temsillerin 200 tanesinde II. Abdülhamid’i bizzat kendisi canlandıran İnanç, yıllar sonra bir de “Gök Sultan Abdülhamid Han” isminde bir tiyatro oyunu kaleme almış.

Latife Beyza Turgut Yeni Şafak
Biz kendisini gazeteci, roman ve tiyatro yazarı, bir Marmaratör olarak tanımlasak da “Ben her şeyimle bir Büyük Doğucu’yum” diye tanıtıyor kendini Üstün İnanç.

Aylar öncesinden telefonlaşılmış ancak birkaç kez ertelenmiş bir portre için Cağaloğlu’na, Damla Yayınevi’ne gidiyorum. Konuğum, pek çok sıfatın altından hakkıyla kalkabilecek gazeteci, roman ve tiyatro yazarı, Marmaratör ve Büyük Doğucu Üstün İnanç. Kendisi hayli erkenci. Ben odaya girdiğimde şık takım elbisesi üzerinde, yakasında Türkiye Gazeteciler Cemiyeti rozeti ile çayını yudumluyor. Telefon sohbetimiz üzerinden birkaç hafta geçmiş bile. İnanç sitemle, “Ya ölseydim?” diye soruyor. Müdafaamı yapıyorum: “Sizin söylediğiniz tarihte olsaydı bu sohbet, telefona kalacaktı. Sizinle yüz yüze görüşemeyecektik…” Mazeretim kabul ediliyor, sohbete başlıyoruz.

“Ben her şeyimle bir Büyük Doğucu’yum” diyen Üstün İnanç ile konuşurken zaman zaman gösterdiği sert tavırlarında, kararlılığında ve bakışlarının derinliğinde adeta Necip Fazıl’ın gölgesini hissedebiliyorsunuz. Kendisi senelerdir üzerinde çalışarak Üstad Necip Fazıl ile anılarını anlattığı, “Toz Kanatlı Kelebek” isimli kitabını yakın bir zamanda Mihrabad Yayınları’ndan çıkarmaya hazırlanıyor. Kapağın kenarında kitaba adını veren Üstad’a ait şu küçük bir dörtlüğü yer alıyor; “Ben ki, toz kanatlı bir kelebeğim, Minicik gövdeme yüklü Kafdağı. Bir zerreciğim ki arşa gebeyim, Dev sancılarımın budur kaynağı.”

KİRAZ’I İLÇE YAPAN BABACIĞIMDIR

6 Ocak 1937’de İstanbul’da doğmuş Üstün İnanç. İstanbullu olmayı bir meziyet, övgü sebebi olarak görmese de ailesi anne tarafından yedi göbek İstanbullu. Baba tarafının ise son üç kuşağı İstanbul’da doğmasına rağmen ailenin kökleri Diyarbakır’a uzanıyormuş. Aileye soyadını veren dedesinin ağabeyi Kazım Paşa’ymış. Mustafa Kemal’i Samsun’a gönderen askeri bürokrasinin en önemli isimlerinden biri olan Kazım Paşa’ya “İnanç” soyadını kendisine inandığı ve desteklediği gerekçesi ile bizzat Atatürk tarafından verilmiş.İnanç, dünyaya gözlerini tarihi yarımadada açsa da küçük yaşta babasının mesleği sebebiyle pek çok il gezmiş. İlkokula İzmir’in Kiraz ilçesinde başlamış. Aile buraya taşındığında Kiraz henüz bir ilçe değilmiş. Babası Hasan Fehmi İnanç’ın çabasıyla ilçe olmuş. Hasan Fehmi İnanç da kaymakam vekilliği görevinde bulunmuş. “Kiraz’ı ilçe yapan sevgili babacığımdır” diye anlatıyor İnanç, “Çok uğraştı, ilçenin elektriğine varıncaya kadar pek çok şeyi ile alakadar oldu. Biz Kiraz’da iken elektrik bilmezdik. Hep lambayla mum ile ders çalışırdım. İstanbul’a gelince elektriği görürdük” diyor.

  1. Aile her sene İstanbul’a gelirmiş. Buraya geldiklerinde babaanne ve dedesinin evinde kalırlarmış. Ortaokulun ardından İstanbul Erkek Lisesi’ne başlayınca İstanbul’a babaannesinin yanına taşınmış. Muhafazakar ama tutucu olmayan bir ailede büyüyen İnanç, ailesinin İstanbul’un kabuk değiştirmelerine ve yeni kurulan devletin modern diyebileceğimiz günlerine şahit olduğunu söylüyor. Örneğin, disiplini ile hatırladığı küçük halası Nadide İnaç, İstanbul Şehir Tiyatrosu birimlerinde müdire olmasının yanında beş vakit namazı kılan bir hanımmış. Yeğenini küçük bir çocukken dahi onu Şehir Tiyatroları’nın oyunlarına götürürmüş. İnanç, sahnede kuliste koşup oynarken Şehir Tiyatroları’nın efsane baş yönetmeni Muhsin Ertuğrul onu görür, kızarmış.

İŞTE BU BENİM ADAMIM

İstanbul Erkek Lisesi’nde okurken bir kıza aşık olup şiirler yazmaya başlamış. Yazdığı şiirler etrafındakiler tarafından da beğeniliyormuş. Sınıflarında edebiyat bilgisi olağanüstü bir çocuk varmış. İnanç da “İşte bu benim adamım” deyip onunla arkadaşlık etmeye başlamış. Tatil günlerinde buluşup birlikte gezerlerlermiş. Bir tatil günü Beyazıt’ta buluşmuşlar ve arkadaşı, “Hadi Emirgan’a gidelim. Orayı bir gör dönmek istemezsin” demiş. Tramvaya verecekleri üç kuruş ile kitap, dergi alırız düşüncesiyle yürüye yürüye Emirgan’a varmışlar. Karakolun karşısında bulunan Çınaraltı Kahvesi’ne gidip hayli kalabalık bir meclisin biraz dışında boş bir yer bularak oturmuşlar. Arkadaşı İnanç’ın kulağına eğilip, yavaşça mecliste bulunan isimleri sıralamaya başlamış: Ahmet Hamdi Tanpınar, Nihat Sami Banarlı ve göbek ortasında Yahya Kemal Beyatlı… Anının devamını İnanç şöyle anlatıyor: “Oturduk bekliyoruz. Ama adamlar öyle sessiz konuşuyorlar ki. Adeta balıkların akvaryumda ağızlarını oynatması gibi görünüyor. Nihayetinde sıkıldık. ‘Kalkıp gitsek mi’ diye aramızda konuşuyoruz. Tam o sırada bomba gibi bir ses patladı: ‘Ne hasta bekler sabahı/Ne taze ölüyü mezar/Ne de şeytan bir günahı/Seni beklediğim kadar’ İkimiz de sus pus olduk. Meclisten çıkınca ben gayet bilginç, uyuz ve ukala bir tavırla ‘Yahya Kemal de amma döktürmüş ha!’ dedim. Arkadaşım güldü, ‘O şiir Yahya Kemal’in değil, Necip Fazıl’ın’ dedi. Kıpkırmızı oldum. O zaman anladım ki uyuzluk ukalalık iyi bir şey değil.” Necip Fazıl’ın şiiriyle ilk tanışması böyle olmuş.

KAPIDAN KOVSANIZ PENCEREDEN GİRERİM

İnanç lise yıllarında şiir yazmaya devam etmiş. Kendisi gibi şiir yazan ama komünist olan genç bir akrabasının peşinde, “Şiirlerimi bastırır” ümidi ile devamlı kuyruk gibi dolaşırmış. Akrabası da ya gücü yetmediğinden yada kendi istemediğinden İnanç’ı atlatırmış. Bir gün akrabası yedek subay olarak göreve başlamak için Haydarpaşa’ya sülüsünü almaya giderken İnanç da ona eşlik etmiş. Asıl maksadı yine şiirlerini göstermek, basılmasını rica etmekmiş. Ancak akrabası, “Biz sosyalistiz, solcuyuz. Öyle rastgele aşk meşk şiirleri basmayız” diyerek reddetmiş. İnanç bu kez, “E Attila İlhan’a ne dersin?” diye üzerine gidince, “O Attila İlhan. Hem o solcu ya sen?” diye sormuş. İnanç, ikna edemeyince çıkarıp elindeki şiiri ona uzatmış. Şiirin hikâyesini İnanç şöyle anlatıyor: “Rahmetli babacığım entelektüel bir adamdı ve okumayı severdi. Onun bir dolabı vardı. Kendine mahsus kırtasiye değerleri, kitapları vardı. Kitlerdi o dolabı. Ama ben bir gün açtım, içerisinden Nazım Hikmet’in “835 Satır” kitabını aldım ve kopya ettim. Asıl hedefim o akrabama yağ yapmak. Ki büyük bir tehlikedir, babam kıyak dayak atardı. ” Akrabası, bir kutsal emanet gibi alıp saygıyla cebine koymuş verdiği kağıdı. Ardından “Sen böyle aşk meşk şiirlerini bırak. Toplumsal içerikli bir şeyler yazsana” demiş. İnanç bu seçeneğe de hazırlıklı, o sıralar yazdığı “Sarışın adam eve gitti, gaz yok hava yok” dizeleriyle “Sarışın Adam” şiirini kendisine okumuş. Akrabası da “Tamam, bunu bastırıyoruz” demiş. Aralarında bu sohbet geçerken, akrabası güvertede yalnız olmadıklarını görmüş. Biraz ileride orta yaşlı elinde sigara ile güvertede dolaşan bir adam. Ateş arıyor. Akrabası görür görmez “Yav bu Necip Fazıl” diye fırlamış, kibritini çıkarıp Necip Fazıl’ın sigarasını yakmış. Üstad elindeki kağıtları fark edince, “Oo, meslektaş mıyız?” diye sormuş. “Yok, bu arkadaşımın şiiri ama ben de şairim” diye yanıtlamış akrabası. Bu konuşma üzerine Necip Fazıl randevu verip her ikisini de ertesi gün evine davet etmiş. O buluşmayı birinci ağızdan dinliyoruz: “Selamiçeşme’de bir köşkte kirada oturuyordu o sıralar. Evine ilk defa gittik. Şimdi oturduk, Üstad ateş gibi bir adam bir başladı konuşmaya, sanki çağlayan bir nehrin kenarındayım. Sonra Üstad şiiri bir anlattı ki hayran olmamak mümkün değil. Bu sırada kapı çalındı, onun gibi kısa boylu bir adam içeri girdi. İsmi Abdurrahman Şeref Laç. Üstad, ‘Bu bey benim avukatımdır. İpten adam almak ile meşhurdur, inşallah beni de alacaktır’ dedi. O günlerde Üstad, Malatya Suikasti yüzünden idamla yargılanıyordu. Biz izin isteyip yanından ayrılırken bizi kapıya kadar uğurladı. Çok kibar adamdı! Tam Osmanlı beyefendisi. Bana dönüp, ‘Sizinle hiç konuşamadık’ dedi. ‘Üstadım farketmez, ben alacağımı aldım. Bundan sonra ben zaten sizi bırakmam. Kapıdan kovsanız pencereden, pencereden kovsanız kapıdan girerim’ dedim. Güldü, ‘O zaman size bir kapıyla bir pencere yaptırmamız gerekiyor’ dedi.”

Şiir yazmayı bu görüşmeden sonra bırakıp, bırakmadığını soruyorum İnanç’a, “Sen şiir yazdığımı nereden biliyorsun? Ben vuruyorum şiir yazdığımı bilenleri” diyerek takılıyor bana. Çünkü arasak da İnanç’ın tek bir şiirini bile bulamıyoruz. Sebebi, Necip Fazıl’ın şiiri ile karşılaşınca bütün şiirlerini bir küçük fırsatta annesi evde yokken, banyonun termosifona doldurup yakması.

  1. Üstün İnanç’ın Necip Fazıl ile üçüncü karşılaşması ve büsbütün hayranı olması ise imam hatipli bir arkadaşı sayesinde olmuş. O zamanlar İstanbul Erkek Lisesi’ne gidenler imam hatiplilerle arkadaş olmazmış. İmam hatip deyince hepsinin aklına “yobazlık” ve “ölü yıkayıcılık” gelirmiş. İnanç bir istisna olarak imam hatiplilerle arkadaşlık edermiş. Celalettin Ökten’in Fatih’in Çarşamba semtinde kurduğu ilk imam hatipten İsmail Özen isminde bir arkadaşı varmış. İnanç’ı ilk kez Necip Fazıl’ın Milli Türk Talebe Birliği’ndeki “İman ve Aksiyon” isimli konferansına götürmüş. Ve Üstün İnanç adeta aşık olmuş!

MİKRO KENEFTE ÜSTAD’I AĞIRLADIK

Lisenin ardından İstanbul İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsü’nden mezun olmuş. İlk yazıları Yelken, Durum, Sanatkâr ve Büyük Doğu dergilerinde yayımlanmış. 1956 yılında Hadiselere Tercüman Gazetesi’nde stajyer muhabir olarak çalışmaya başlamış. Daha sonra Bâbıâli’de Sabah, Bugün, Hergün, Son Havadis, Tercüman, Zaman ve Yeni İstanbul gibi pek çok gazete değiştirmiş. Henüz, Bâbıâli’de Sabah’ta çalışırken Üstad’ın hasretini çeker, aşığın maşuku görmek istemesi gibi onu bol bol görmeyi arzularmış. Fakat Necip Fazıl’ın sürekli devam eden davaları sebebiyle kendisine rahatsızlık vermek istemez, gömülmüş onun yazılarını kitaplarını okurmuş. Yine aynı dönemlerde bir akşamüstü aynı evde yaşadığı Bahri Zengin ve İsmail Kazdal ile bir camide ikindiyi kılıp çıkmışlar. İnanç, arkadaşlarına biraz hava almayı teklif etmiş. Yürüye yürüye Laleli’ye kadar gelmişler. Bir de bakmışlar ki karşı kaldırımdan Necip Fazıl yürüyor. “Üstad” diyerek yanına gidip elini öpmüşler. Birlikte bir kahvehaneye geçmişler. O günlerde Üstad’ın peşinde “Yakalasam da şu müterciyi, bir hesap sorsam” diyen bir ağır ceza reisi varmış. Her yerde Necip Fazıl’ı arıyormuş. Üstad da bu nedenle evine gidemiyor, otellerde kalıyormuş. “Çocuklar bana kalacak yer lazım” diyince üçü birden “Üstad’ım, bize buyurun” demişler. “Üstad’ım, şeref buluruz dedik ama moderniyeteye alışmış adam. Bizim ev ona ters. Ufacık, berbat bir ev. ‘Mikrokenef’ derdi bizim eve” diyerek anlatıyor İnanç. Yine de Üstad bir süre onlarla beraber yaşamış. Yemekleri ev sahibi hanım yapar beraber yerlermiş. Hem ev sahibi hanım, hem de yeğeni Nimet Hanım, Üstad’ı tanır ama kimseye söylemezlermiş. “Delikanlı kadındı” diyor İnanç ev sahibi için. Nimet Hanım ise yıllar sonra İsmail Kazdal ile evlenmiş. Her gün sabah vakti namaz için uyanır, “Üstün! Abdestini al evladım, hemen çıkalım” diye seslenerek onu da kaldırırmış. Birlikte evin hemen yakınındaki Sofular Mescidi’ne gider sabah namazlarını kılarlarmış. Cemaat henüz televizyon veya fotoğraf yaygın olmadığından gelenin Necip Fazıl olduğunu bilmezmiş. Günün devamında Cağaloğlu’na Bab-ı ali’de Sabah Gazetesi’ndeki işine giden İnanç, aynı zamanda Üstad’ın gazete yazılarını da Son Posta Gazetesi’ne bırakırmış. “Düşmanı da çoktu, dostu da çoktu” diyor İnanç Necip Fazıl için. Kendisi ortalıkta yokken yazılarının yayınlanması özellikle düşmanlarını çıldırtıyormuş.

AMATÖR VE DELİ BİR TİYATROCU

“Aslına bakarsanız tiyatro biraz dinlenme hareketidir benim için. Zaten siyaseti sevmezdim, 27 Mayıs’tan sonra başıma gelenler üzerine tamamen siyaseti bıraktım. Başka meşgaleler aradım. Çünkü Büyük Doğucu durmaz” sözleriyle anlatıyor tiyatroya girişini İnanç. Üniversitede okuyan arkadaşları ile bir grup kurmuşlar. Gruptaki isimlerden biri de şimdiki kayınbiraderi Gündoğdu Serhatlı’ymış. Bir gün kahvehanede oturup, “Ne yapsak?” diye düşünürken akıllarına tiyatro gelmiş. Grup kabul edince, “Yapalım” demişler. Ancak tiyatro için bir metin gerek. O zaman da Üstad Necip Fazıl’ın kapısını çalmışlar. Üstad, bitmek üzere olan “Ulu Hakan Abdülhamid” oyununu onlara vermiş. İnanç, Sultan II. Abdülhamid’i anlatan oyunu tamamı amatörlerden oluşan bir kadro ile sahneye koymuş. II. Abdülhamid’i canlandıran oyuncu o sıralar Yüksek İslam Enstitüsü’nde talebe olan Abdulkadir Zengin’miş. Sınav zamanı geldiğinde oyuna katılamadığında da onun sahnelerini Üstün İnanç kendisi oynarmış. II. Abdülhamid’in tanınmadığı ve sevilmediği o yıllarda Anadolu’yu gezerek tam 519 temsil sergilemişler. Bu temsillerin 200 tanesinde Abdülhamid’i İnanç canlandırmış. Bu temsillerin sonunda Yenikapı’dan eve dönerken 11 kişinin saldırısına uğramış, sağlam bir dayak yemiş. İnanç, “Tamamı amatör çocuklarla muhteşem oyunlar çıkardık. İşte delilik bu! Benim deli olduğumu söylerlerse inan yani” diyor İnanç gülerek.

Üstad’ın kaleme aldığı “Ulu Hakan Abdülhamid” oyunundan yıllar sonra İnanç tam 79 yaşında iken yeniden II. Abdülhamid’i konu alan o meşhur, Gök Sultan Abdülhamid Han” oyununu yazmış. İnanç’ın yazdığı oyun II. Abdülhamid’in tüm yaşamından kesitler sunuyor. Hatta geçmişte pek de bahsedilmemiş, II. Abdülhamid ve Madam Flora arasındaki ilişkiyi de konu ediniyor. İnanç, “Biz bu oyunla Sultan II. Abdülhamid üzerinden bir milli bilinç oluşturmaya çalıştık. Ben daha geniş bir çerçeveden olaylara baktım. Üstad’ın oyuna almadığı bir çok yeni karakteri oyuna dahil ettim ve şehzadeliğinden de bahsettim” diyerek oyunu anlatıyor.

SİNEMA ÜSTAD’IN EMRİYDİ

İlerleyen yıllarda sinemaya da yönelen İnanç, sinemayı Üstad’ın kendisine verdiği bir emir olarak niteliyor. Bu emiri şöyle anlatıyor: “Üstad sosyalizmden, komünizmden bahsettiği bir konferansında çarpıcı bilgiler paylaşmıştı. Üstad’ın konuşmasında İslâm’ın toplum görüşünü anlatırken Marx’ın ileri sürdüğü prensipler, birtakım tabirler geçiyordu. Konferans sonunda Üstad’ın yanına geldim ve ‘Efendim, solcular bunu Marx’tan diye biliyor’ dedim. O da, ‘Marx bunları İslâm’dan almıştır. Gidin bilmeyenlere anlatın bunları’ dedi. Üstad’ın bu sözü benim için bir emirdi. Fırladım, Yeşilçam’a…” İnanç, Beyoğlu’nda bulunan Yeşilçam Sokağı’na gitmiş gitmesine ama kimseyi tanımıyormuş. Girip bir kahvehaneye oturayım demiş. Karşısında akranı olabilecek yaşta birini görüp selamlaşmış. Böylece tanışmışlar Erdoğan Tokatlı ile. “Erdoğan, inançsız, komünist bir adam. Benim tam zıttım. Ama kaynadık birbirimize, dost olduk” diyerek anlatıyor arkadaşlıklarını. Sinema dünyasına Tokatlı ile adım adan İnanç, teker teker tüm yönetmenlerle, senaristlerle görüşmüş.

İnanç, Bugün Gazetesi’nde köşe yazarlığı yaparken yönetmen Halit Refiğ’in de “Ulusal Sinema Kavgası” kitabı yayımlanmış. Oldukça ilgi çeken bu kitabın başlattığı tartışmayı Milli Türk Talebe Birliği, bir açık oturuma taşımak istemiş. Ezel Elverdi’nin önerisi ile oturumu Üstün İnanç yönetmiş. 1977 yılında düzenlenen ve o dönemin sinema ustalarından Halit Refiğ, Salih Diriklik, Metin Erksan, Atıf Yılmaz, Yücel Çakmaklı ve Ayşe Şasa’nın konuşmacı olarak katıldığı açık oturum da en az kitap kadar ses getirmiş. MTTB’de sinema üzerine yapılmış en etkili çalışma olan bu oturumda ilk defa “milli sinema” kavramı da ortaya çıkmış. İnanç, yıllar sonra yayınladığı “Yalnız Değilsiniz” romanının sinemaya uyarlanmasını ise şöyle anlatıyor: “Mesut Uçakan o zaman üniversite talebesiydi. Pek meraklıydı bu işlere. O zamandan beri tanışırdık. Söyledim ona ‘Yalnız Değilsiniz, diye bir eserim çıktı. İyi bir film olur’ dedim. Senaryoyu ben yazdım.”

1994’te Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmesiyle birlikte Gösteri Sanatları Merkezi kurulmuş. Akşam saatlerinde ders yapılan, İçerisinde tiyatro, yönetmenlik ve yazarlık bölümleri olan ve akşam saatlerinde ders yapılan bu merkez adeta bir eğitim kurumu gibiymiş. Gösteri Sanatları Merkezi kuruculuğunu ve müdürlüğünü yapan İnanç, Oyunculuk ve Tiyatro Yazarlığı bölümlerinde de hocalık yapmış.

Yirmi beş gün süren işkence

27 Mayıs darbesinden önce Demokrat Parti Fatih Gençlik Kolu Başkanlığı’nı üstlenen Üstün İnanç, uzun yıllar partide çalışmalar yapmış, hizmetlerde bulunmuş. Hatta aynı dönemde kendisi gibi CHP Fatih Kadın Kolları’nda çalışan Fatma Girik ile de tanışırmış. Siyasetten hoşlanmadığı halde bu oluşumun içerisinde olmasının sebebi, inandığı değerler çerçevesinde bir yer, bir mekan oluşturmak çabasıymış. “Eskiden böyle lokaller falan yoktu. Sizin gibi düşünen insanlarla böyle bir araya gelebilirdiniz. Ancak o kadar bütçesizdik ki! Mesela bir yere gideceğimiz zaman araba tutacak paramız bile yoktu. Ben de ‘Arkadaşlar, marş söyleye söyleye Kocamustafapaşa’ya gideceğiz’ diyerek ekibi tavlardım. Samatya’dan rap rap marş söyleye söyleye giderdik” diyerek anlatıyor o günleri. Tüm imkansızlıklara rağmen himayesini gördüğü bir ismi rahmetli, doktor Ömer Faruk Sargut’u da rahmetle anmadan geçmiyor. 27 Mayıs darbesi ile ortalık toz duman olmuş. Yargılanmalar, infazlar gerçekleşirken babası Hasan Fehmi İnanç, oğlu için endişelenerek, “Ben ne yapacağım bu herif de siyasetçi çıktı” düşüncesiyle uyuyamıyormuş. Evde müthiş bir korku ve endişe varmış. Elbette İnanç da darbeden payına düşeni almış. O dönem bir havacı yarbay, Fatih’e kaymakam tayin edilmiş. Babası, Beyazıt Nahiye Müdürü olduğundan İnanç’ı tanıyor, Demokrat Parti ile ilişkili olduğunu biliyormuş. Demokrat Parti Gençlik Kolları’nın silahlı olduğu iddiasıyla İnanç, sorguya çağrılmış. Gittiği gibi, “Silahları nereye koydunuz?” diye sorulmuş ardından falakaya yatırılmış. Bu sorgu ve dayak yirmi, yirmi beş gün boyunca devam etmiş.

Marmara ‘sui generis’idir

Üstün İnanç’a göre Marmara Kıraathanesi bir “Marmara sui generis” idir. Kendine mahsus özellikleri olan, örneği olmayan demektir. İnanç Marmara Kıraathanesi’ni adeta bir akademi, Reşat Şen’in değimiyle Marmaratörleri de bu akademi disiplinini kendi kendine almış insanlar olarak tanımlıyor. “Ama akademileri biliriz. Kurallar vardır, yöneticiler vardır. Burada o yok. Serbest. O serbestlik içerisinde kendini yetiştirmiş insanlarız” diyor. İnanç gibi bir döneme damgasını vuran Marmara Kıraathanesi’nin müdavimleri arasında Osman Yüksel Serdengeçti, Erol Güngör, Hilmi Oflaz, Ali Fuat Başgil, Muzaffer Özak,Hilmi Ziya Ülken, Mahir İz, Fethi Gemuhluoğlu, Sezai Karakoç, Mehmed Niyazi, Mehmed Şevket Eygi, Emin Işık, Reşat Şen ve Ahmet Nuri Yüksel gibi isimler de bulunuyor.

Kenan Pars’tan destek gördüm

Üstün İnanç’a ilk tiyatro teklifi ise Bakırköy Lisesi’nden gelmiş. Çanakkale Zaferi’ni anlatan bir tiyatro oyunu sahnelemek için hazırlanıyorlarmış. İnanç’ın tiyatro yönettiğini bilen yakın akrabalarından Doktor Uğur Metin Alyanak da bir gün oyunun provalarından birini izlemeye gelmiş. Yanında da dönemin ünlü oyuncularından Kirkor Cezveciyan, bilinen adıyla Kenan Pars varmış. Sessizce bir köşede oturup tüm oyunu izlemiş. Çalışma bitince İnanç’a notlarını söylemiş ve “Ben sonuna kadar senin yanındayım” demiş. Çanakkale Zaferi’ni anlatan bir tiyatro oyunu için bir Türk Ermenisi’nin ağzından dökülen bu sözler İnanç’ı hem şaşırtmış hem de gururlandırmış. O günden sonra arkadaşlık kurmuş ve görüşmeye başlamışlar. İnanç’ı şaşırtan bir başka olay ise, Beyoğlu’nda bir kulüpte kendisine yabancı muamelesi yapılan bir Ermeni’nin, “Bana ne diyorlar bre ben Osmanlıyım” diyerek ağlamasıymış. Birebir tanık olduğu bu iki olayı, “Yani bir kültür yok edildi, ben o zaman uyandım. O günden sonra ‘Ben bu işin davasına soyunacağım’ dedim. O zamandan beri Türk milliyetçisiyim. Osmanlı dostuyum, Allah’ın izniyle Müslüman’ım” sözleriyle değerlendiriyor.

Son Kuşlar setinde tanıştık

Son Kuşlar filminin senaryo grubunda yer alan İnanç, burada uzun yıllar dost kalacağı Ayşe Şasa ile tanışmış. Senaryoyu birlikte kaleme almışlar. Zaman zaman kendisine takılır, laf atarmış. Şasa da kendini savunmaya çalışırmış. “Entelektüel ve zengin bir aileden gelmişti. Ötekiler kadar hırslı ve muhtaç değildi. Müthiş bir arayışı vardı” diyerek anlatıyor Şasa’yı. Kendisine zaman zaman Sezai Karakoç’un Diriliş’ini getirirmiş. Birgün Şasa’nin elinde Diriliş’i gören Kemal Tahir, “Ne yapıyorsun Ayşe?” diye sormuş. O da, “Ağabey faşist bir arkadaş var, bana bunları veriyor” demiş. İrtibatları kimi zaman yüz yüze kimi zaman telefonda Şasa’nın vefatına kadar devam etmiş. Şasa da “Ruh Macerası” kitabında “Bana ilk tebliğ yapan Üstün İnanç’tır” diye kendisinden bahsetmiş.


Medeniyetleri kuran aletlerin peşindeyiz: Anadolu’dan 4 bin el aleti topladılar