Ayşe Şasa’nın gözünden sinemamız

“... Yeşilçam Günlüğü sinema zanaatı alanındaki uzun bir arayışın ve aşama aşama gelişen sancılı bir iç muhasebenin ürünüdür” diyen Ayşe Şasa bizi Yeşilçam sineması üzerine düşünmeye davet ediyor. Dergah dergisinde yayımlanmış sinema üzerine yazıları aynı zamanda sinemayla kendi hayat hikayesinin kesiştiği noktalara da tarih düşüyor.

Haber Merkezi Yeni Şafak
Ayşe Şasa.

RABİA BULUT


Sinemayla kurduğumuz ilişki nerede başlar? Bizi nereye götürür? Götürdüğü yer yeni bir başlangıç olabilir mi? Ayşe Şasa’nın “Yeşilçam Günlüğü” kitabını okumaya başladığımızda zihnimizde sinemayla kurduğumuz ilişkiye dair birçok düşünce ortaya çıkıyor. 2022 yılının son ayında Ketebe Yayınları senarist ve yazar Ayşe Şasa’nın kitaplarını yayınlamaya başladı. “Bir Ruh Macerası”, “Delilik Ülkesinden Notlar” ve “Şebek Romanı” eserlerinin Timaş Yayınları’ndan baskıları mevcuttu. Ama “Yeşilçam Günlüğü”nün baskısına uzun zamandır ulaşamıyorduk. Artık ulaşabiliyor ve Şasa’nın sinemamıza dair düşüncelerine dalabiliyoruz. Daldığımız deryanın farklılığını, özgünlüğünü anlamak noktasında bize otobiyografik eseri “Bir Ruh Macerası”, şizofreni hastalığından çıktığı aydınlığı anlattığı “Delilik Ülkesinden Notlar” ve fütürolojik bir öykü olan “Şebek” romanı bize bir rota çiziyor. İlk kez 1993 yılında yayınlanan Yeşilçam Günlüğü’nde ise içinde bulunduğu Türk sineması üretim ortamının arka planındaki felsefi yanlışlıkları, tanımlama hatalarını ve boş bırakılan noktaları ele alıyor. Şasa önsözde: “ Yeşilçam Günlüğü sinema zanaatı alanındaki uzun bir arayışın ve aşama aşama gelişen sancılı bir iç muhasebenin ürünüdür” diyerekte sinemamıza ve sinemaya dair geldiği yönü işaret ediyor.

HAYAL VE RÜYA ÜZERİNE

1990-1993 yılları arasında Dergah dergisinde yazdığı yazıların başlangıcı “Sinemamızın Kimliği” başlığıyla başlar. İlk yazı ise “Türk filmi nedir?” sorusu üzerinedir. Bu soru günümüzdede hâlâ geçerliliğini koruduğunu belirtmekte fayda var. Şasa tanımlama sorununun kapsamını ele alırken sonrasında sinemamızda gözden kaçan noktalara değiyor. Değindiği her mevzunun canlılığı gözümüzden kaçmıyor. Her satırda sorular yenileniyor. Aynı zamanda Şasa dikkatini çeken filmlerden dizilerden de bahsediyor. 1990’ların kültür sanat iklimin havasınıda sakınmadan anlatıyor. Anlattıklarından bir okuma listesi ve izleme listesi de çıkıyor. “Sinemanın hayalin mi rüyanın mı emrinde?” sorusuyla da kendisiyle anılan “Rüya Sineması’nın” nüvelerini gösteriyor. Hayal ve rüya arasındaki yapılan ayrım Batı’nın ve Doğu’nun sinemayla kurduğu ilişkininin zeminini oluşturuyor. Şasa hayalin zincirlerini kıran ve rüyanın kapısını aralayan yapıtların azlığını belirtiyor. Onlardan birkaçını; Metin Erksan’ın “Sevmek Zamanı”, Lütfi Akad’ın “Gökçe Çiçek”, Halit Refiğ “Hanım” ve “İki “Yabancı” son olarak ise Reha Erdem’in “A Ay” olarak sıralıyor.

Ayşe Şasa; “Ah Güzel İstanbul”, “Utanç”, “Gramofon Avrat” filmleri başta olmak üzere adının yazıldığı ve yazılmadığı yüzlerce senaryoya imza attı. İmza attığı senaryoların içerikleri, hikâyeleri onun ruh ve düşünce dünyasındaki değişimlere paralel olarak ilerlediğini görüyoruz. Marksist düşüncede olduğu zamanlarda yazdığı senaryolar toplumu düzenlemek ve düzeltmek üzerinedir. Yeşilçam’ın son dönemlerine şahit olan Şasa senaryo üretimindede o hızı benimser. Şizofreniyle boğuştuğu yıllar sonrasında İbn Arabi’nin eseri Fusus’ül Hikem ile karşılaşır. Bu karşılaşma onun ruh dünyasını, hayatını Marksist düşünceden tasavvufi düşünceye yöneltir. Manevi dünyası, bakış açısı değişir. Yaşadığı değişimi ve sinema seyircisinin bu noktadaki etkisini şöyle anlatıyor: “18 yaşımda sinemaya adım attığımda Marksist dünya görüşünü ekran aracılığıyla yaymayı kendime görev tayin etmiştim. Türk sinema seyircisi, Türk filminin varlığında, beni kendimle yüzleştirdi… Bana tutulan bu aynada kendimi, gerçek kimliğimi kavrayışımı, Müslümanlığımı idrak edişimi, beni kendimle yüzleştiren sinema seyircisine borçluyum.”

ETKİLEYEN KAYNAKLAR

Sinemaya, sinemamızla kurduğu ilişkinin kişisel hayat hikâyesi üzerinden olması Şasa’nın tespitlerinin derinliğini besliyor. Ruhsal dünyasındaki arayış onun yazdığı senaryoları, izlediği filmlere bakışını etkiliyor. Etkilenişi onu sorgulamalara götürüyor. Her sorgulamaylada yeni bir yol ortaya çıkıyor. 30 yaşıyla 48 yaşı arasında yaşadığı bunalım döneminde senaryo üretimini durduran Şasa, fikri anlamda ise sinemayla ilgilenmekten vazgeçmez. Evi kültür sanat dünyasından insanların bir araya geldiği bir ortam olur. O ortamda senarist Bülent Oran, yönetmen Yücel Çakmaklı, yazar Yusuf Kaplan gibi birçok isim yer alıyor. Bülent Oran’la olan muhabbetleri ilerler ve yol arkadaşı olurlar. İki farklı insan olmalarına rağmen Şasa birlikteliklerini “zıtların birliği” olarak tanımlar. “Kamera vizöründen dünyayı temaşa eden bir derviş… ‘Derviş ve Sinema’” diyerek Oran’ın sinemasal rolünü de açıklıyor. Sonrasında tasavvuf ve sinema arasında kurulan ilişkinin öneminden bahsediyor. Aşk ve dua ile derviş kameranın görünenin ötesini ortaya koyacağına inancını belirtiyor. Rüya sineması hakkında ilerleyen merakını Yusuf Kaplan, Sadık Yalsızuçanlar’ın yazdıklarıyla beslediğini dile getiriyor. Etkilendiği kaynakları, filmleri paylaşmaktan geri durmadığı gibi kafasına takılan, olmamış dediği şeyleri de yazmaktan geri durmuyor.

Entelektüel, uzun ve yalnız bir kadındı Ayşe Şasa. Ama yalnızlığının içinden çileli yollardan geçerek kendisinden sonra gelenlere bir yol sunan birisi oldu. Sinemayla iyileşti yazarak onları aktardı. Kalemini ve düşüncelerini beslemekten geri durmadı. “Yeşilçam Günlüğü”de her entelektüel, sinemaya meraklı, sinemamızla ilgili soruları, yapmak istedikleri olanlar için bir kılavuz olarak varlığını koruyor. Kitabı bitirirken sinemayla olan yolculuğunu Yunus Emre dizelerinden olan “Gel Gör Beni Aşk Neyledi” diyerek özetliyor.